Alışmak Hayreti Kanıksamak Emeli Öldürür

11 yıl önce bir ahbap meclisine arzettiğim mütalaa üçlemesini takdimimdir: Bayram Hediyesi kabilinden.

Bir yalana inandırmak, onu büyütmekle sağlanıyor.

Hiçkimse muayene etmezken aslı astarı henüz ortaya çıkmadığı ilk dakikalarda, yeterli sayıdaki şom ağızlıya "kriz var" dedirtebilinmişse o yalan büyütülebilinmiştir artık. Bu yalana inandıran merkez, amacı doğrultusunda işini gördükten sonra "geçmiş olsun krizi atlattık" yalanı için gerekli ve yeterli imkanlara ta baştan sahip olma rahatlığını da kazanmıştır üstelik.

Kriz yalanını yutmamak yetmiyor tabi. Keza, o yalanı uyduranın falanca amacına ulaşmasına ve fasılalarla gözettiği hedeflerinin tutmasına yarayışlı olup-biteni boşa çıkaran faaliyetiniz olmuyorsa, siz, o yalanı destekleyen birisinizdir ister istemez. Ve giderek bu pozisyonunuz bile yük haline gelir. Bugünün yalanının değilse de yarınlardan birgünde anons edilecek herhangi yalanın amacına bile isteye memur yazılırsınız.

Ölüm, deprem, sel ve benzer hadiselerin hiç itirazsız kabul edilmesi ve bunlara dair haberlerin ne kadar kolay ve çok büyük kalabalıklara yayılabilmesi gibi krizi de aynıyla kanıksayıp ona kapılıveriyorsak, bu benzerliğin bir hikmeti olmalı.

Nasıl oluyor da ölünüyor, deprem ve sel oluyor; ne kadar çaresizlik içindeyiz de ölüme, depreme, sele -öncesinde ve sonrasında- karşı koyamıyoruz alışkanlığı ve kanıksaması kriz dolayımında da cari ise bunlar bir aynılık taşıyor. Bu aynılığı farkedebilmek için, buradaki hikmeti çıkarsayabilmek için; insanın "yaratıcı ve yaratılmışlık" mefhmunu biliyor olması lazımdır.

Bunu bilmeyenler; o yalanın anons edilişinin öncesini, sonrasını ve kandırıkçıyı da bilemeyeceği için krizi, bir ölüm bir deprem bir sel gibi algılayacaktır ve öyle ağırlayacaktır zaten.

Bilmek irademizi ve yapmak ehliyetimizi mutlak anlamda devrettiğimiz bir selahiyet alanı idiyse "o sözde kriz dairesine giren şeyler"; kim ise selahiyet sahibi işte o işlerin Lord'u olarak bizi ya terbiye ettiği ya talim ettirdiği ya işe koştuğu yeni şartlardır aslında.

Demek ki, rabbini şaşırmışların KRİZİ ve fakat Rabb'ini bilenin ise DÜŞMANI olur. Düşmanına karşı durmak ahlakına sahip kişilerin, kriz yalanını yutmamakla yani kriz diye birşey yoktur demekle kalmayacağını biliyoruz. Ve tabi rabbini şaşırmışlardan değilseniz "kimdir bu karşı koyucular ve kimdir bu kandırıkçılar ve kimdir düşman" diye sormazsınız... ve tabi "karşı koymak hükmündeki işin" ne olduğunu da hemen keşfedebileceksinizdir.

TANIMLI TÜRKİYE'NİN İŞSİZLİK DEĞİL İŞGÖREMEZLER SORUNU VARDIR

Çünkü Türkiye, tahsisata talip ve onunla yetinen bir pazardır. Dolayısıyla aslında işbaşı yapan istihdam; o tahsis edilmiş pazarın ihtiyacından fazla olduğu için doğan gündemlerde dolaşıp duruyoruz.

Mesela asgarî ücret. Asgarî ücret ölçmecesi-kıyaslamacası, tahsislere hapsolduğumuz için vardır. Yoksa ücret skalası ve geçim hadleri tamamen kıdeme, tecrübeye ve bilgiye, beceriye bağlantılı kalabilirdi. Bu bağlantıdan koptuğu için, istihdam şunu söylerken haksız talepte bulunduğunu hiç aklına bile getirmiyor: Üniversite mezunu isem iş-istihdam hesabında yerim var demektir, beni açıkta bırakamazsınız.

Dün diplomasız hak-etmeyen varken şimdi diplomalı hak-etmeyen ekleniverdi yükün üstüne yük olarak. Ne diyor istihdam potansiyeli; "himaye edilmeye layığım, üstelik asgarî ücrete de razıyım, bir kısmımız yüksek diplomalar edinerek imtiyaz da kazanmışlardır".

Kotayı dolduran ve üstelik sıraları da kapatan kalabalık vasıflılar - vasıfsızlar diye ikiye taksim ediliyor ve sorunun aslında "pazarın ihtiyacına karşılık gelen yüksek niteliklerde iş gücü kazanmak" sorunu olduğu dillendiriliyor son safhada. Bu doğru mu peki?

Aslında kotaya talip kalabalığın vasıflıları ile vasıfsızları arasında onbeş dakikalık bir fark vardır. Şöyle bir onbeş dakikadır o. Hani sinemamıza yapılan bazı filmler vardı, köylü kızı ya da hizmetçi kız, sosyete kursuna devam eder ve zengin-okumuş delikanlıyı cezbeder, böylece zengin-okumuş rakip genç kızları sollar geçerdi ya. İşte, bizim vasıfsız / mavi yakalılarımızla vasıflı / beyaz yakalılarımızın, hatta tulum giyenlerimizle beyaz önlük giyenlerimizin aralarındaki fark da bu kadardır. Onbeş dakika. Mavili veya tulum giyinerek yapılacak iş ile beyazlı veya önlük giynerek yapılacak iş; o işe alındığından itibaren devam edilecek üç aylık kursta "talimat ezberi" ile kotarılacak denli "uluslararası standartlarda" tanımlı işlerdir. Yani, bir banka şubesine müdür veya genel müdürlüğe nakit taksimatçısı olmak için üniversite mezuniyeti gerekmiyor. Yani, ilkokul mezunu ile üniversite mezununu aynı işyerinde "güvenlik elemanı" hizmetine memur edebilirsiniz.

Ülkenin imalat ve hizmet faaliyetleri, tahsisata talip olanlardan ibaret aktörlere kurdurulmuş işletmelere teslim edilmişse; işte tahsisli pazarların hacmini fersah fersah aşan himaye arayıcılarımız tarafından "iş gücü kotası" doldurulmuş ve sıra da kapatılmış olur. Sonuçta, o ülkede yeni sektörler meydana getirecek ve mevcut sektörleri genişletip derinleştirerek "istihdam içinden istihdam açabilecek" adamlar İŞGÖREMEZ duruma düşer.

Çünkü onlar tahsisatı zorlamak akıllarından bile geçmeyen işverenlerin "uyumsuz" diye yaftaladıkları adamlardır. Çünkü onlar bu tür işverenlerin sallabaşı olmayı ülkelerine ihanet sayarlar. Çünkü onlar projelerine bırakınız bankaları, akrabalarından bile yardımcı / ortak / kredi bulamazlar. Çünkü onlar, "bu kadar aklın eriyor, bilmediğin şey yok neredeyse ama bir baltaya sap olamadın" hakaretine maruz kalırlar.

General Motor'a veya General Elektrik'e yarı mamul veya yardımcı malzeme üretirken şimdi (2008 krizi vesile edilerek) iptal edilen siparişleri karşısında apışıp kalan işletmenin hem patronu hem mavili-beyazlı çalışanları ne yapıyorlar? İstihdama alan, bulan ve hakeden adamlar bunlar mıydı değil miydi belli oldu mu şimdi?!

Türkiye'nin en büyük otomotivcisi, yönetsel fonksiyonlarını artıracak bir sistem önerisine 2006'da "ama bu konu, acentesi olduğumuz marka tarafından şu şirkete angaje edilmiş ve 2009 yılı sonunda bize sağlanacakmış, gelişmemize yönelik teklifinizi gündemimize almıyoruz" cevabını verebiliyor idiyse, bugün (kriz dolayısıyla) kapı önüne koyduğu çalışanlarını hiç umursamadığına inanabiliriz. Bu inancımıza çiftçiyi, kobiyi hiç şüphesiz dahil edebiliriz. Tencerelerin diplerini aynı is karaladı çünkü.

Bu ülkenin işgöremezliğe itilen adamlarının şimdi meydan etmeleri lazımdır. Çıktılar çıktılar, çıkmadılar; bir daha adamız diye laf etmesinler vesselam.

BİLGİ TOPLUMU NEYİ BİLİR?
Yaptığının ve yapmadığının gereğini, gerçekliğini, geçerliğini bilen bir toplum bilgi toplumudur. Ve bu bildikleriyle "halinin" ölçümünü yapabilen yani, yerindelik ve yeterlik ya da yersizlik ve yetersizlik açıklayabilen toplumdur bilgi toplumu.

Şimdi (ve her on yılda bir) herşeyin faturasını kestiğimiz "küresel finans krizi" açıklamasını, tatmin edici bulmak bakımından yokladığımızda bilgi toplumu olup olmadığımızı meydana çıkarabiliriz sanıyorum.

Halimizi tarif eden okumalar yapıyoruz (2008): Dolar 1,3 liradan 1,8 liraya çıktı; İhracatımızın %15'ini ve ithalatımızın %50'sini kaybettik; sanayi malı üretiminde %5 atalet ve genel sanayi üretiminde %21 gerileme var; TL ve yabancı para hacminde (henüz) azalma yok; Merkez Bankamız dolar satmaya başladı.

Yorumlar işitiyoruz: Bu sonuçların nedenleri krizden dolayı dış pazarımız siparişlerini hem iptal ediyor hem yenilemiyor ve dolayısıyla ihracatımız düşüyor şeklinde bağlanıyor; kriz psikolojik olarak iç ticareti "beklemeye" itti; ihraç malı için gereken ithal girdi yapılmadığı için dış alım geriledi; bu iki sebeple üretim düşüşe devam ediyor; küresel para olan dolar olarak gelen ve sair para birimiyle gelen yabancı sermaye geri çekildiği yahut şimdilik hareketsiz durduğu için dolar yükseliyor.

Bilgi toplumu, açıklamalarını böyle yapmaz. Bu cümlenin öznesi şöyle de konabilirdi: Bilgi toplumunun yöneticileri böyle numaralar çekemez. Şu şu malların dış satımında şu şu müşterilerin talebi düşmüştür ve şu kadar zamandır falanca filanca üreticilerimizin stoğunun çıkış hızı şu seviyeye gerilemiştir. Bu cümleyi kuramıyorsa bir izleyici ve bu cümlenin kurulabilmesine olanak sağlamıyorsa o toplum, bilgi toplumunu başka bir yerde aramak lazımdır.

Peki bilgi toplumu olmak niyeti var mı o toplumda? Hemen sıyırıp atmayalım ve umut ederek arayalım değil mi! Belki bilgi toplumuna inkılap manasına gelen bir işaret buluruz. Doların ana yurdu o ABD, tahsili temerrüde düşen (mortgage) kredilerin ikamesi için kredi sigortacısı olan şirketlerin tazminat görevlerini yerine getirmelerini hatırlatması gerekirken, tüketici kredileri için üretim/inşaat yapan holdinglerini niye subvanse edecekmiş? Ülkemizden doların çekilmesi bu subvansiyonun gerektirdiği bir hortumlama olmasın!
Madem likitide sorunumuz yoktur, neden bankalarımızla elbirliği edip tüketici kredilendirme yoluyla dış müşterilere pazarlama (yurtdışına kredi ihracı) yapamıyor ihracatçımız? Bizim paramız para değil mi?
Muhtelif merkez bankaları nezdinde muhtelif paraların pariteleri ile aramızda ne oranda farklar vardır?

Bu sorular sorulmuyor, "harç bitti yapı paydos" sloganı tatmin ediyorsa, dış müşteriyi kredilendirmeye yönelerek üretimini ve dolayısıyla sanayi malı ithalatını koruyarak "dolar dışındaki rezervlerin ülkeleri" ile olan ticaretimizi yükseltmek lazımdır. Sterlin (yani İngiltere Maliyesi), bankalarına ortak olur ve Avro (yani Almanya Maliyesi) mevduat garantörlüğü ederken bizde banka kurtarmacılığı gerekmiyorsa (gerek yok deniyorsa); üreticimiz ile dış müşterimiz arasında finansal organizatörlük yaparak işsizleşmenin önüne geçebiliriz demektir.
Bunu, Çin 2 trilyon doların üstüne otururken ve Japonya IMF'ye para yatırırken yapmıyor da biz mi yapacağız diyen biri mi oldu?! Yoksa gaipten mi işittim?

Yazarın Diğer Yazıları

Şehir, Yönetimin Konusu Değil Yönetenin Ta Kendisidir

Aday Seçilen

Murat - Mürted - Mir'at

Para Nedir?

Siz Yazmış Olun

Niye Bu Hale Düştük?