Ne Mi Yapmalı?

“Acayip, cerbezeli, kompleks, fiktif, extrem bir şey yapmaya gerek yok; gündelik gaileden herhangi işimizi daima düzgün yapmalı sade."

Ama işimize nefsimizi veya nefsimizden birini değil “işi” patron belleyerek tabi. Öyle gide gide… ille de nefse hoş geleni iş bellemekten korunmuşluğu ikmal edeceğiz inşallah.

Bir mecmuaya, edipler camiasına, üdeba okuyucusuna ‘ne yapmalı’ sualinin cevabı kabilinden söyleyince işte, ‘düzgünü güzelce söylemeli, işin düzgününü güzelce söylemeli, düzgün işlemeliyi – düzgün işi işlemeliyi güzelce söylemeli’ demek gerek elbet.

Gündelik işler ömrümüzün neredeyse bütününü işgal ediyor. Öğrenmeyle geçirdiğimiz sürelerin bile çok çok büyük bir kısmı gündelik işler hakkında bilmemiz gerekenlere münhasır. Ama biz herhangi canlı gibi takvimi gündeliğinden ibaret değiliz. Bir sürecin… bir süregelen ve öylece sürüp giden şeyin alelade bir parçası değiliz. Mesaimiz var ama bir de nefsimiz var. Nefsimiz var ama bir de mesaimiz var. Yani tercihlerden mahrum veya tercihlere mahkum bir canlı değiliz. İnsanlar kediler, kuşlar gibi tamamen tabii olmamakla beraber atlar, koyunlar, köpekler gibi biraz da sınai yahut aslanlar, yılanlar gibi aylak değildirler. Ömrümüzün daha doğduğumuz anda sona ermemesi bile doğduğumuz şartların elverişli olmasına, o şartların bizi himaye edenlerin oluşturmasına bağlı. Yani içine doğduğumuz gündelik hayat ve kendimizce doğurduğumuz bir gündelik hayat, o gündelik hayatın herhangi müstahzarından ibaret olmadığımızın ispatı.

Nasıl bir gündelik hayattan bahis açılırsa açılsın, bahis eğer bir insan hayatının günlerine dair ise yeni veya eskimemiş ve ister razı ister muarız olunan cari tercihler neticesinde kurulmuş bir hayattır o. Kurulmuş ve zemberek boşalana kadar dönecek bir hayat da değildir o. Mütemadiyen yeniden ve yeniden halefinin tasarrufuna açık, ihtiyarına açık bir hayattır o.

Bu halef… hem belli bir nefsin kendi önceki hali olan selefiyle hem kendinden başka bir selef nefisle konumu belirlenen bir halef olabilir.  Bu halef… aynı zaman ve mekanın mecellesinde birbirine muhalif nefislerin herhangi biri de olabilir. Ya silsileten halef selef yahut sualeten yani.

Her insan nefsi bir şahsa tekabül ediyor. Muhalif olmak ne kelime mütemadiyen dairesinde ve dahilinde kalmak, yaşamak isteyeceği şahsiyetleri yaratmak ve hep yaşatmak ihtiyacı duyar da insan, işte o zaman ademe mağlup şahsiyetlere itimat etmekten daha sağlam bir şahsı arar, araştırır. Teneffüsen şahsiyet teessüsen şahsiyetlerin inşaına azmeder. Bu inşaat bilhassa iktiza eder hatta. O şahıs arzda olmalıdır. Arş-ı ala’dakinden daha sağlam istinatgah yoktur fakat zaten nefislerdeki muhasebe ve muhakemeden daha yakın bir yer edinmeyecek olan Zat’ın fiillerini ve sıfatlarını giyinmiş olması gereken o suni şahsı, hükmi şahsı yaratır nihayet insan. Bu azmin hedefi saadettir. Ve o şahıs türlerinden en büyüğü en etkini en yetkini en güçlüsüne en mürekkebine devlet demişizdir. Yani devlet mealen şahs-ı saadet olur.

Halk içinde mutemet bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir şahs-ı saadet gibi.

Bozulmasını, yıkılmasını, düşman eline geçmesini istemediğimiz, esarete düşmesine razı olmadığımız bu şahsiyetin terkibinde yine suni, hadis… ama tali değil birer şube olan hükmi şahıslarımız vardır. Mektepler, medreseler, adliyeler, zabtiyeler, askeriyeler, hariciyeler, dahiliyeler, imariyeler, şifaiyeler, hirfiyeler, teciriyeler, ilahiri işte o şahıslardır. Gündelik hayatımız bu hükmi şahsiyetlerin tanzimi emniyetinde saadetli bir hayattır ancak.

O hükmi şahıslara terkedilmiş “işler” halkın bütünü için o halkın, milletin ömrü boyunca süren bir zamanı kaplarken bir insancığın ömründe ancak ve ancak… mesela 70 yıllık bir ömürde 7 ay kadar bir zamana sığar. Bir gerçek şahıs için o kadar az sürecek kadar hızlı karara bağlanması gereken ve o kadar az süre dolduracak kadar seyrek karşımıza çıkan işlerdir onlar. Fakat bütün bir insan ömrüne değil bütün bir nesle, nice nesle tesir edecek kadar da önemli ve o insanın, o neslin, o milletin topyekün saadetine değecek kadar mühim işlerdir onlar.

Biz şu anda o hükmi şahsiyetlerimize vaziyet etmeyi yüklediğimiz gerçek şahsiyetlerimizin, vazifeleri esnasındaki şahsiyetleriyle vazife saatleri dışındaki şahsiyetleri arasındaki tezatları umursamaya umursamaya bir noktaya geldik. Oysa o vazifelerin icadı yalnız ve aciz insan tekciğinin istidadına itimat edilmezliğe dayanıyordu. O vazifelerin donatımından mahrum insanlar gibi zaruretlere, acziyetlere, zayıflıklara sığınmaları kabul edilebilirmiş sanki de, o vazifelere getirilmiş insanların kabahat işlemelerine göz mü yumulabilirmiş! Herhangi sebeple aşkları, rikkatleri, dikkatleri, ahde vefaları zayıflamasın diye, bütün halk olarak o vazifelilerimize, selahiyetlilerimize, mesullerimize hürmet ettik, ittiba ettik, riayet ettik, hizmet ettik. Hepimiz adına donatmıştık onları. Her birimizin tek tek donanamayacağı kuvvetleri o hükmi şahsiyette toplamıştık ve o hükmi şahsiyeti emanet ettiğimiz gerçek kişiye iltica etmiştik. Ama yine de ayaklarını yan basıyorlarsa, işte “Ne Yapmalı” sorusu buradan çıkıyor. Fenni sermaye, mali sermaye, ayni sermaye ve nüfuz ile mücehhez kıldığımız bu insancıkların, sair gerçek kişiler olarak bizler tarafından lehimize istismar, suistimal, imtiyaz, iltimas işletelim diye ahlaklarına tecavüz edildiği için de çıkıyor bu “Ne Yapmalı” sorusu.

Bir şeye kalkışmakta sanıldığı ve sandırıldığının aksine Türkiye, tökezlemek ne kelime sendelemek ne kelime resmen düşmüştür. Tekerlenip yüzü koyun kapaklanmıştır zillete. İzmihlal içindeyiz. Davranacak, hamle edecek birinin sorusu değil “ne yapmalı” sorusu işbu halde. Düşmüşün düşmüşe “bir şey söyle”, “bir ses ver” demesine mümasil bir sorudur bu “ne yapmalı” sorusu. Gündelik hayatı “önündekini kapan, ardındakini tepen”, “iltimas alan iltimas satan”, “halaskar arayan halaskar pazarlayan”,  “himmet madeni açan himmet madeninde amele olan”, “meskirat, meskinet ticaretine pazar olan” insanlarla dolup taşmaktadır Türkiye.

Adliye Nezareti ve nazırlık ve maiyetindeki vazife mevkileri fesada uğramışsa, artık bundan böyle adaletşinas ve adaletperver insancıklar Adalet Sadareti kılacaklar mevcutlarını. Maarif Nezareti için de maarifperverlerde geçerli bu, Maarif Sadareti. Sıhhıye Nezareti de öyle. Herbir afiyetperver insancığın mevcudunda Sıhhıye Sadareti neşet etmeli. Dahiliye Sadareti, Hariciye Sadareti, Askeriye Sadareti, İmar Sadareti, Ticaret Sadareti, İlmiye Sadareti, Feteva Sadareti, Aile Sadareti, Belediye Sadareti, Sanat Sadareti, Meslek Sadareti, Fünun Sadareti, ilahiri…

Sadrı tahsin ve sadrı tahir gerçek şahıslarımız sadakatle, sebatla düzgün işlemeyi, düzgün işi işlemeyi hem tecrübelerinden hem bitmeyen talim ve terbiye derslerinden öğrendikleriyle söyleyecekler, yazacaklar, yazmalılar. Öylece yazmış olanları okuyacaklar, okutturacaklar. Bunu yaparken “keyf bağışlamayacaklar” ama. Bunu yaparken “nikahı kavileştiren yahut talaka düşüren” önemde bir iş işlediklerini müdrik olacaklar ama. Nihakına talağına doğru söyleyecekler, doğurucu söyleyecekler. Yani hasbice mesleğine ve maişetine revan olan kişilerden bahusus 'edebiyat hasaseti'ne kapılmamış kişilerden nazımlar, nesirler yoluyla daha ilk elden "yapmaz yazar yaramaz"lardan gına geldiği tebarüz etmelidir inşallah.

Keyf bağışlamadan yazmak, keyf bağışlamadan okumak derken kasdımı biraz daha sarih kılayım mı?

Türkiye’nin bu beter halde bile şiir söyleyebildiği, şiir yazabildiği bütün dünyayı hayret ettirirken, yani hâlâ canları nasıl olur da çıkmaz diye kendilerinden endişe ettirirken müstevlileri ve bedbahtları Türkiye, şiir diye nice hezliyatı, zırvayı peydahlama noktasına gelmiştir, hayret etmemek gayr-ı kabil. Birşeyleri yanlış yapmasaydınız, yanlış işler yapılmamış olsaydı bu noktaya gelinir miydi diye akranlarınızı teraziye çıkarmanız gerek demiştim 1998’de Adem Kandemir Hocam’a. Edebiyattan siyasete ahbap çavuşlar birbirlerini ağırlaya ağırlaya Türkiye’nin üstüne müzmin bir ağırlık oldular çıktılar. Mürsel Sönmez Ağabey’in “cimadan abdeste gider aralıkta yazarım yazacak olsam şiir diye yutturulan bu kadar kof sözü” istihzaı hiç yersiz değil yani.

Şiir Okuma Kılavuzu’nu okudum senenin birinde Ramazan ayında. İsmet Hoca “Ramazan’da o mu okunurmuş” diye biraz da azar sigasıyla mukabele ettiydi. Şuara Suremiz okutturmuştu bana o kitabı. Hani diyor ya daima, “ben, dikkatler Kur’an’a yönelsin diye yazdım bu yazıları”; işte o minvalde “şiirin Kur’an’a tedahülesini mükaşefe azmi” de uyandırmıştı bende Hoca. Kur’an okuyoruz ve bir de ediplerden, muharrirlerden okuyoruz. Kur’an’dan ve kendimizden yazıyoruz da aynı sıra. Edibin, muharririn, şairin yazdığı ve söylediği Kur’an’a belki mütedairdir fakat Kur’an’a mütedahil midir acaba? Hadis’i Ayet’e arzetmeyi bir sıhhat usulü olarak ikrarımız var iken kendi sözümüzü ve edibin sözünü o usulden niye muaf tutalım! Değil mi?

Ne mi yapmalı?: Yazan ve söyleyen, sözünü işinden ve yaptığından yazıp söyleyip Kur’an’a arzedecek ve tahkikli lafzedecek; okuyan, okutan Kur’an’a tashih ettirecek inşallah.

Sidretü’t-tahsin

Uzaklarımda olsun ecel ya, ufkumdadır kanat kanat
Belki meş’um belki ne tür bir firkatle biter hayat

Dolan boşalan, boşalan dolan çileme ne diyim: Bitmemiş
Deyişim, yazışım, sırtlar dönülmüşüm, sanım: Yaftam imiş

Dindirilemez âteşime ağrıyan şakaklarıma basınçlar
Getirmişim, bulmuşum, uğraşmışım bir dolu aşklar

Hepsinde sen, senden hepsi yalımından âteşimin niye sakınasın
Yine de namzetim, verdiğin saadeti biteviye kıskanasın;

Bir dava-yı nizamdır indimde bedeli istikbal
Gör reva-yı hizamdır kîninde güdülü maklül

Kelam-ı vasat bir makam, nam-ı vukuf-u Türkî
Selam vü hasettir ekvan hîn-i ekall-i terkî

Gidersüz istemedük kal’imiz canlamışuz
Meğer siz olmadık salınız boşa yığsanuz

Ahde vefamız mânidir ekallin yalım kesmiye
Meğer sefanız ganidir bellen çalım kesmiye;

 

Hep şikayet ve yine daima şikayet
Bir iş yap et hayrını saima millet
Nefes aldırmayan ne ağır bir töhmet
Güya hayırlı görüle haşa
Tüketilecek adam edinmek
Çün liyakate hazırlık müsveddelere
Himaye müşterisi yerine koyulmak yeğ
Der der derecelerden der der derekelere eğ
Hem zavallılar kalkışmadım mı ki
Karşılaşmayaydım müfteri kisvesinde yoktan müşteki;

Sözlerim iş değil zahir
Sözleşmemişin iş yaptığını kim göre
Söze gelmişmiş yanyana dizilmişmiş
Şaşırtmışı Allah’ın, önünde akıyorum boşa öyle
Nasibi olmayanın beslenecek büyük niyetleri
Bari kayda geçmesin müfsid listesi yerine;

Şah damarına dişler geçirilmiş şor canı
Hah umuruna düşler seçirilmiş har tanı
Gerçek ve hatta çirkin pençe altında yatanı

Lanetli gizler altından fırlamış tıslar gibi gözün
Görünen essah mı essah amma yediğin
Senin tinin senin tözün;

Bakışık, aksiyle aynalardan
Akışık aksıyla çoğalan

İçiçe ama kesinlikle
Açıcı ama bağlantısız
Muhakemesizlik kadar hızlı
Sınırsız, sabırsız ve hırsız
Berduş, serkeş, gevşek, kayıtsız
Hemseviye ama hiç hemfikir değil

Ne nehcin ne derin önerin var
Önünde öğrendiğin eninde gerindiğin
Sonunda yerindiğin: Şart, kabulen, hamulen
Şart’ı bir çırpıda öğren
Kabulen’in u’sunu uzat bilmen
Hamulen’dekini kısın ayat dilen
Yanındaki kim ki senin
Öğrenecek o şeyi yahut arayan
Dediğin dil değin o deyi aralayan
Bulmaktır buluşmaktır konuşulan;

 

[Gezme sail arananda arayanda buluşulan
Gezime mail gizine gaile lazım anlaşılan]

 

Kıra kaşa yarışmak
Sere başa erişmek
Murat o murat değil
Murat sana bana sarışmak
Dir işe karışmak sır taşa varışmak

Vir velet aşını sor devlet işini
Vur savlet dişini der bellet bişini
Sulha mı varalım dedim
Harbe mi girelim dedim
Yer hallet kişini ser zillet leşini
Yaşanılır yer edinmek gibi

Yakanla yapışan yekinle kapışan
Tekinle konuşan mekinle yakışan
Gelenle el tutuşan olmak gibi;

Ne büyük bir açmazdır şu
Anlamak için katışmak ve fakat
Anlaşmak için ayrışmak lazım heyhat;

 

[Mecramız aşkü’r-rücu esrar ü gize
Düçarız şeker acısı sarı kıza]

 

Herşey beni mutlu etmek için çırpınsın
Hey hey seni otlu katık niçin hırçınsın
Merak etme mutedil ol mütevekkil
Felakette mütedahil o halde kim kül
Feleküt mütehavvil istikra makul
Diyelim herşey seni mutsuz etmek için seferber
Demek bir gün hepsi mutlu etmeye dönerler;

 

[Meğer halet-i ruhiyesi müteessir bile acıdan
Bir söze gülebile bir sözle güldürülebile insan]

 

Bir zemzem bulucusu
Belki de kabe yapıcısı
Haddini bilmezin önde gideni
Hadi demez misin ki anda gerçeği
İddia bazısına okundun, kıraççı
Dua yazısınca bak bedenden ırakça
Ne bulucusu suyun ne yapıcısı kabenin
Ne de hadleri kaldıranın tekiyim
Nice haddeleri dolduran tek habbeyim

-----------------Tahsin Hamdi, Ocak 2010 

Yazarın Diğer Yazıları

Şehir, Yönetimin Konusu Değil Yönetenin Ta Kendisidir

Aday Seçilen

Murat - Mürted - Mir'at

Para Nedir?

Siz Yazmış Olun

Niye Bu Hale Düştük?