Altı Kere Altı Otuzaltı

Bu topraklar Türkiye değilken dünya egemenler arasında hep tatlılıkla taksim ve sakinlerine oyalanma yeri olarak ihsan edilmiş yerlerdi. Tekrar öyle oldurmak için vatan kılanını fesat veya katl ile iptal yolunda 36 etnik kimliğe resm-i geçit açılabiliyor.

Altı Kere Altı Otuzaltı

Farklı kültürlerin zenginleştirdiği yolda var olmuş bir coğrafyaya sahipmişiz. Söyleniyor ki bir çatı olmuş imiş farklı farklı inançlılara, kavimlere, mezheplere “bir arada yaşama erdemi”ni taşıtan ülkemiz hakkında. Allah’ım aklım senin elinde.

Böyle böyle övünüyor nice adam. Sonra da diyor ki bu güzelim iklimde, meşverette bi’bu nesil yaşamayı bilememiş demiş oluyorlar da farkedemiyorlar. O çatıyı tevarüs edememiş manasına ne geliyorsa öyle söyleniyor. Farklı olanlar uyumu uyutmuş kavgaya tutuşmuş ya da öyle bir risk varmış ki hep birden(!) terbiyeye müstehakız zahir. Kimi pısırık kimi haşin kimi hayın, az çok aşikar ve sinsi, birisi yavaş öteki hızlı, hesaplı-hesapsız, temkinli pervasız, destekli desteksiz… Ve çarpıtmalı-yanıltmalı ve de kötürüm edilmiş bir isimlendirmeyle bir tanesi üstelik nasılsa en güçlüsü(!) ibra ve itham ediverilmiş. Ne dese o isimli, hem güçlü hem suçlu diye lafı ağzına tıkılmış durumda şu günlerde. Ne hikmetse zayıf, aciz, azlık ama sesleri en çok çıkanlar suçluyu bulmakta müttefik olmalarına rağmen suçluyu yıkmakta başarılı bir işbirliği yapamasalar da sanki kararlılarmış!

Yitiğiniz yüzünden bu haldeyseniz o yitiğinizi yitirmediğiniz günlerdeki sanii, müellifi, banii, naşii kim idiyse, ne idiyse, niçin idiyse onu çağırmak aklınıza gelmiyor mu? Her şey aklınıza geliyor, da, bu dahi gelivermesin mi canım?

Birbirleriyle omuzdaş olmayı ihmal ettikleri halde hepsi bi’tekine nasıl da ısırgan!.. İçlerinden birinin diğerlerinin haklarını inkar etmeye başladığını ve ne zaman… niye kabul etmişler acaba! Biri diğerinin ya da diğerlerinin ikametlerini düşkünlüğe iteklemiş diyenlere “e kendilerini düşmekten koruya mı bilebilmişler” diye sorulmaz mı acaba? Bunları sora sora mı, sormayaraktan mı işi dehşete, kana, yağmaya, kavgaya, istismara vardırmışlar?

Devlet cihazını, bünyesini, vücudunu kullanan kendi lehine kullandığı gibi diğerinin semenini çalmaya kullanmış, köreltmeye, sönümlendirmeye kullanmış diyorlar. Bu cihazın her yerini o zulüm nasıl sarmış, zalime kim boş bırakmış o önemli mevkileri diye soran yok.

Tabi sen halini elden, düşmandan öğrenmeye bakıyor ama kendine bakmıyorsan huzur aradığın nerenden belli olsun! Almışsın belayı başına çözeceğim diye uğraşır durursun daima. O zaman iyice uğraştırırlar adamı kendi pisliğinde. O pislik girdabının kanatlarını yayan, yaydıkça genişleyen, genişledikçe derinleşen bir girdap olup çıkmasına aklın ermez nihayet.

Yani o zaman anlarsın ki sen eşşekliği ve hem de eşşeoğlueşşekliği kabul ettikten sonra daha nice sorunları, nerelerin sorunlarını, nerelerdeki sorunları başına boca ederler de başını alamaz, gözünü açamazsın. Anlar mısın acaba! Belçika’daki Kürtler’in sorunlarını bile sana yıkarlar da doyamazsın ahmaklığına. Bırak Suriye’dekileri, Irak’takileri. Daha daha Amerika’daki Ermeni’nin sorunlarını, Kafkasya’daki Çerkez’in, Gürcü’nün sorunlarını bile ilahiri.

Eğer bu ülke Türkiye olmasaydı bugün bu işler hiç kimsenin edinip yürüteceği, meslek gibi tutunacağı işler olmayacaktı. Bu ülke ne zamandır Türkiye, Türkeli, Türk Yurdu, Türk Vatanı diye anılıyorsa o zamandan beri benzer işler bize husumetle husule getirildiler oysa. Bu topraklar Türkiye değilken dünya egemenler arasında hep tatlılıkla taksim ve sakinlerine oyalanma yeri olarak ihsan edilmiş yerlerdi. Zaten tekrar öyle oldurmak için vatan kılanını fesat veya katl ile iptal yolunda mozaik propagandası yapılabiliniyor, 36 etnik kimliğe resm-i geçit açılabiliyor. Hele İstanbul… Bizans’tan çok çok sonra, Ayasofya’nın inşaından çok çok sonra ancak biz fethettikten sonra mühim bir yer hükmüne geçti. Ve bir mozaik örneği göstermek isteyen aslında İstanbul’u göstersin hadi! Beraya ve reaya ayrımı gözetilmeyince… ille de mozaik diyecekseniz hangi mozaik kaale alınırmış hangisinin sözü edilmekle boş konuşulurmuş akıl sahipleri anlasınlar.

Bu işaret ettiğimiz rikkatin, ciddiyetin es geçildiği hangi mahal ve mekanda bir kültür neşv ü nema bulabilir imiş Allah aşkına düşünün söyleyin.

Babanın Bıyığı Yolda Kaldı

Evladının 10 senesini 15 senesini hangi insan hiçbir imal, ihsal, isna gayesine yaklaşmayarak harcatsın da içi rahat etsin? Etmez. Etmez de neden razı? Çünkü o seneler, evladının sonraki ömründe imalat, istihsal, sınaa üzre geçireceği senelerinin yatırımıdır indinde. Peki yatırım seneleri geçesiye hangi eşyayı, cihazı, emtia ve malzemeyi yapmış ya da hangi hizmetleri görmüş olarak yatırım hazır ediliyor çocuklarımızın elinde, zihninde? Hiç.

Yapacağı konuşulan şeyin bırakın yapımını adını, maddesini, biçimini ve gayesini bile öğretemeden çocuğumuza ömür harcattığımız ve bundan razı olduğumuz şeye ne deniyor biliyor musunuz?: Maarif, talim, terbiye deniyor heyhat. Çocuklarımızı birer beceriksiz, bilgisiz kişi halinde kalsınlar, körelsinler diye seferber olmuşuz haberiniz yok. Bi’de bu çocuklara beşeri kıymetler ve milli kuvvetler yığıştırılıyor niyeyse nefret ve cesaret yolundan yurdumuzun tehlike altında olduğunu işleyerek mütemadiyen. Bunları maarif, talim, terbiye yaftalı işleri yürüterek yapıyoruz. Sonra şehamet bekleyeceğiz çocuklarımızdan. Keza alık alık bekleyeduran var ha cemiyette tabur tabur ana-baba. Şehameti cebini, götünü ve göbeğini yani şeametini büyütmekten ibaret yetişkinlerin hem anladığı hem razı olacağı istikbal nasıl olmayıp ne olacaktı peki?

Manzaraya bakınca cevap beliriyor. Böyle böyle içinden geçtiği güne gün 15 seneye ilaveten muhtelif “yaygın” ya da “sürekli” diye muvassaf ve dahi neşriyat-matbuat olmak üzere muvassat yollardan, işletmelerden, mekteplerden ishal nasihat ve vasiyetler neyi belirginleştirecek idiyse o beliriyor olacağı olan olarak. Hiç fütura düşmeksizin ve yan beslemelerle hep tekrim lütfedilen diyette birkaç asır oldu memleket gıda diye zehir yutuyor. Kendi eliyle kendine yutturuyor. Ne isterken ne yapar… ben ne söylerim tamburam ne çalar şaşırtılmışlığıyla yutar elbet. İster ki adı, sanı hep Türkiye kalsın ebedi, lakin Türkiye’den kopuk, her bakımdan küresel bir yurttaştan başka ne çıkar idi meydana! Çıkmaz tabi. O çıkmazsa hiddetli ve dehşetli olanı buyrunuz: Bu yurttaş bilgisiz, mesleksiz olmakla zaten öfke bombası olması için ziyadesiyle gerekenler yüklenmiş biridir. Ayrıca… kendinden nefret etmesi yetişmeyip dışarıdan doldurulacak başka nefret kimyasına çok da gerek yok. Çünkü kendine benzeyecek olanı yaratmaktır eğitim denen şey bi’yerde. Kendini aşana azmettiği cihet sadece maddi planda tasavvur edileceği için o yerde, “kendiyi aşan” özellikle istenmeyecektir nihayette ve gayesinde. Bu halde neyi yaptığı, niye yaptığı ancak yapabilip-yapabilemediği gailesine endeksli/kenetli fakat ilklik, devamlık, kullanma bilgisi içermeyen en fenası körelmiş bir otomat tekmiline düşer düşe düşe eğitim dediğin öğretim dediğin o meyanda.

Bütün bunların icra alanı, öyle bir alan açanın iradesi olsa da olmasa da şuhut alemine çıkabilir bir şey midir? Bunun cevabını alırız yahut buluruz. İkisi arasında fark gözeteceksek o cevabın herhangi ademoğlu adına bir kıymeti olabilecektir. Yoksa faraziyelerden bir faraziye kadarcık bile yeri olmayacaktır tesbitlerimizin.

Aldığımız cevabın, o cevabı verenin keyfiyetleri cari olan şeylerden asan bulunduğu şartlarda bildirdiği cevap olup olmadığını nasıl anlayabilecek isek, onu anlamamızı sağlayan mihenklerimiz, bulduğumuz cevabın sıhhatine arzedebileceğimiz mihenklerdir aynı sıra. Bu durumda kimden cevap alsanız, ortamdan alacağınız cevap ile aynı cevap olacak demektir. Ve o vakit mihenkleriniz tabii olandan istinbat ettiklerinizdir muhakkak. Keza tabii olanı setreten sunileri yalıtmak veya mukadder sunilerden tabiiler kadar kuvvetlisi hangisiymiş takdir etmek kabiliyetinize itimat edilmeli. Burada bir mutemede ihtiyaç duymaktayız yani. Cevabı alanın verenin de cevabı bulanın da amedleri mutmainne mertebesinde şu halde! İşbu meymeneti izhar ve ibraz melekesi yitirilmediyse bir imkan sahibiyiz cevap karşısında ancak. Hem suali keşfimiz için de geçerli işbu muaheze. Değil mi?

İnsan soyu onu devam dürtüsüne, nesilden nesle devam ettirme dürtüsüne binmiştir. Madden devam ile manen devam ikisi bir. Çoğalmak insan nüfusunu taşırken istikbale aklını da nesil taşır. Ademoğlunun beli-rahmı ne ise aklı-zihni o mesabede nesil indinde. Bildiklerini, yaptıklarını, yapabilirliklerini, sakınaklarını intikal ettirmenin yolu onları istikbale öğretmektir, göstermektir, yaşatmaktır, yaptırmaktır. Talim-terbiye faaliyetleri, neşriyat faaliyetleri bildiklerimizi istikbale öğretir. Mesleklerimiz yaptıklarımızı, müesseselerimiz yapabilirliklerimizi ve sakınaklarımızı istikbale hem gösterir hem yaşatır.

Buraya kadar anlama güçlüğünü artıran var mı? Yok zannıyla devam edelim. Peki anlama güçlüğünü açıklamaya hatta iyisi aşmaya yarayışlı mı geldik buraya kadar? Evetse âlâ. Sünnetullahtan, tabii olandan, fıtrattan yol bulup yürüyorsak yürüyelim.

Demek ki insan ahirine ne hazırlıyorsa ona kıymet veriyor, kendiye verdiği kıymeti o hazırındakiyle tecessüm ediyor. Ahirimiz çocuklarımız ekseninde mazbut. Çocuklarımızın 10-15 senesini ahirimizi yüklensinler diye harcıyoruz yani o zaman. Hazırımızda bulduğumuz ve öylece ya da değişiğiyle bir terike bırakacağımız şeyin taşıyıcısı olmayı öğreniyoruz ve öğretiyoruz. Değişiğinden değişiğine ama biriciği bile farklı olmamak dikkatiyle intikalden visale, visalden intikale birbirine halefler halinde nesil nesil akıyoruz ademoğlu isminde. Eğer böyleyse bir arıza, sakatlık, dun/hin bir iş vaki değil. Aksi halde sıhhat, afiyet, rahmet cari değil. Şu iki “değil” noktasında kalbedici olan “biriciğinin bile fark arzetmesi” halleridir de sen görmek istemezsen o farka bakmazsın bile.

Yani bir otomaton tekmiline düşmesi bir neslin ve onun neslinin, daha gelen ve gelen neslin bütün icraat silsilesi bir irade olmaksızın bilamümkün. Bu cevabı alan-veren ya da bulan kişi odur ki; fıtratın değişe değişe istiklal açması ya da farktan farka istikbal etmesi meselesinde belli bir yer işgal eden kişi, yeri belli olan kişi zaten. Kimse kimseye meçhul değil. Kültürüne göre eğil, sepil, seçil. 15 sene talebe durduğun yer ne meslek ne sanat ne hayret hiç vermiyorsa sana sen hiçbir şey nakletmiyor ve hiçbir yere intikal etmiyorsun demektir. O kadar talimi “kedi”ye tuvalet eğitimiyle da kazandırıyorlar zaten, “kendi”ye ne ki!

Mahiyet, Keyfiyet, Hususiyet

Yerli düşünce yersiz işlemez mi insan? Belki o zaman yeterli işlemiş olur! Yetersiz-yersiz, yeterli-yerli… nereye düşünce, ne düşünce? Ya düşmeyince, ya düşünmeyince! Yeri yokken düşünce düşmeye mi düşünmeye mi devam eder yani, insan? Varacağı yahut çarpacağı yeri yok işte, beyan öyle. Türkiye’nin özellikle son doksan (1928 – 2018) yılını mahiyetiyle mi, keyfiyetiyle mi, hususiyetiyle mi muayene edeceğiz; bu müphemi sarahate kavuşturmak için biliş, bilgi gazaimatını hatırlamaya muhtaç durumdayız. Sıkıcı bir mesele tabi. Yukarıdaki gibi sepetlik semeleme tasvirine boğulmamak için ya mizaha vuracağız ya da biraz sıkılsak da mahiyet, keyfiyet, hususiyet tenkidine yarayışlı aletleri şöyle bir yoklamalıyız.

Bir yerde düşününce yerli, hiç yerde düşününce yersiz öyle mi? Hangi yerde düşününce yerli hangi yerdeyken düşününce yersiz peki? Yersizken düşününce ne o zaman! Düşünmece midir de o zaman ve hatta düşmece, düşürmece ahan da yersizken? Yerli düşünce ibaresi pek bi’yersiz esasen. Çünkü düşüncenin değil düşünmecenin bir yeri yurdu olabilir. Ama düşününce bir insan tek bi’yerde, fikirde yürümektedir ve o yer işbu fenada ancak cennette yürümeğe emsaldir. Düşüncenin yeri orası burası, ötesi berisi olamaz. Elbette ve belki de ancak yerli düşünmece demelidir. Çünkü yersiz düşünmek muhal.

Fenalar aleminde en âlâ düşünüş gayb karşısında, gayb tahtında, gayb sadrında iken öğrendiklerimiz etrafında, merkezinde olanıdır. Çünkü olması mukadder şeylerden habersiz hallerden bir halde herhangi tasavvura memur iken düştüğünüz endişeyi, ürküntüyü bir daha yaşamamak bakımından donanmışızdır, davranmaktayızdır o öğrendiklerimiz sayesinde. Ve mesela ölüm hakkında düşünmek o yüzden çok mühim, kıymetli, kuvvetli bir muhit teşkil eder insan evladı birikiminde. O muhit muhtelif kültürler halinde zuhurdadır, huzurdadır. İşlek ve işler surette de atıl veya sakin çeşit çeşit evciğinde de.

Konusu ne değil? Her fikredişin kastedilmediğini hissediyoruz tabi “yerli düşünmece” ibaresinden. Sıradan değil. Dünyanın her tarafında rastlayacağınız türden değil. Herkesin kafasında bulabileceğiniz gibi değil. Sürekli herkesin, herhangi ademin diğer herhangi bir ademle değişebileceği türden değil. Tamam öyle değil de nasıl? Ölüm gibi alemşümul ise bile düşünülmesi herkesin harcı olmayacak denli şahsiyete müteallik. Zihninde, dilinde, elinde. Şimdi ise kendisinde. Yani yazılı: Bilgi, biliş.

Bilginin kendisi tekellüm. Bilginin kendisi kelime. Kendi kendisinden müvelled. Kendiye nisbetle/atıfla mütevellid. Tohumu bilgi, yumurtası ilgi. Bir ecelle tebcil. Ceri ve öncesi karanlık, gayb. Seriri ilham, sezi ve belki macera içinde macera. Süvarisi münakale. Seferden sefire, sefirden sefere ivmesinde eve evile bir makule halinde.

Aletleri var ibrazdan barizeye isim isim, barizeden tebarüzeye lafız lafız. Ameleleri var failden zamire, amilleri var efalden zarfa. Hamilleri var vâsıftan atfa, atıftan telmihe, telmihten telkine. Tesiri var esere bürüne bürüne. Esiri var imla imla, hitap hitap. İhtilatı var istimali var arzdan arza, ziçten zice, terkipten tertibe. Edatlar tahriciyle tenebbütüyle ulana ulana. Taşınması, taşıtılması var iştahtan izaha, izahtan iflaha, iflahtan salaha, salahtan halka/helaka. Sıcaktan soğuğa alınışı verilişi var kalboluştan kalıba, kalıptan kalboluşa. Ümitten korkuya tehevvürü, tahavvülü var mahalden mahale. Buradan ya fuadda makarrı var ya buhrandan bahra. Gavur buna cevherdeki hararet-hareket şekli diyor. Şattan şekke onların lügatiyle termodinamiği var. Güya termodinamik. Ve zaman içinde evrene düzensizlik haline yönelen. Yani bir entropi sürekli artan. Her şey parçalanmaya mahkumdur ve takiben toplamaya memur.

Enerji kullanmadan da her şeyi derleyip toparlayabilir misin? Saf bilgi yeterli midir? Bu sualler tulu etmiş sonra sonra yeterli sigasıyla galiba sahiplendiği. Bilgi fiziksel olandan kopuk değil madem… bir şeyin bilgisi zihnime sığdığı gibi fizik kendisini de sığdırabilmeli değil miyim? Böyle soruyor herif. Hareket, vakıa, fiil, hal ihbarı zihnine sığıyor, e o zaman zihnimde oluşup sonlansalar a madden de!: Muhal. Demek ki öyle istemek abes. Enerji olmadan hangi şeyi derleyip toparlayabileceksiniz ki (!) soruyor yine. Halin kaydedilmesine ihtiyacı var zihnin. O taktirde mekanın ve zamanın hudutlarıyla mukayyet bilgi. Bunlar da zihnin sahibi, şeyi, imkanlarına arzedince anlaşılacak ki o yüzden sınırlı aynı sıra zihniyet. Yani zihnin yenilenmesi yeniye hazırlanması, eskiyi-muattalıunutması lazım. Dolayısıyla fani alemde enerji şart silmeye/yazmaya harcanan. Yeni bilgiye yer açmak için enerji şart da o bilgiyi yakalamak için şart değil mi, soralım hadi.

İşte o enerji bi’şeyleri arkada bırakmak ve zaten o şeylerin yerlerini o yerin mahiyetine münasip, muvafık ümit ve umdeleri içkin yeni şeylere tahsis etmek takririmizin ta kendisidir. Ne acizliğimizi telafi eden büyük kişiyi, kavramı, kuruluşu, eylemi ululamanın rehavetinden ne de kendimizden hicabımızı perdeleme/yansıtma keyfiyetlerimizden doğar. Yerli düşünüş dediğimiz ruhen/manen devam ihtiyacına takdirdir. Bu takdirin müstahzarı ve malzemesi hususiyetleriyle mekanları, faaliyetleri, vakitleri imal ve inşa ederiz onunla. Feda ve ar ettiklerimizle oluşan sermayenin hazinesidir o. Olanı yani gerçeği, çıplak hadiseyi konuşup göstermek önüne, üstüne perde, örtü olmayaraktan birikmelidir o sermaye. O şekilde birikmeli ki birbirimizi olan bitene karşı afyonlayan, efsunlayan bir hamra dönüşmesin. Maazallah işte hamra, müsekkine dönüşen yerli düşünmece kültürümüzün ıskatı demek olur.

Yerli düşünmeceyi / düşünüşü milli dimağda mezkür surette tarassut etmekten muradımızı bir misalde takdim edelim mi, edelim hadi: batılılaşma. Batılılaşmadık, batılılaşmayı istemedik, batılılaşma numarası çektik.

Çekebilirdik. Çektik. Yemedilerse de hayli işimize yaradı. Numarayı abartanlar ya da numara çekenler arasında durarak kendi batılılığını gizleyenler yüzünden çektiğimiz numarada kendilerini yaktıranlarımız bile batılılaşma numaramızı sürdürmemize katkı vermiş oldular. Ki nefislerine hoş gelene kapıldılarsa o yüzden daha daha kolay damgalandılar: kafir. Bir nesil belki iki nesil heba oldular, kurban oldular milletimize. Çoğu hallerinin farkına varamadılar üstelik. Numaracılarımızın aşırıya gidenleri ve nefsine düşkünlük gösterenleri en fazladan olsa olsa günahkardırlar. Ama ne kafir, müşrik ne de münafıktırlar. İstimale ve istismarlara açık bir takiyye üzre idiler esasen.

Batılılaşma numarası çekilmeli miydi? Hangi icraat bu numara çevriminin hudutları dahilindedir hangileri numaracılıktan bi’l-istifade münafıkların yediği nanelerdir ayıklamak gerekmeyecek mi hâlâ?

Bu suallere meydan bırakmayaraktan bir gaddar, kör, garezkar toptancılıkla yakın geçmişimizi kafirleşmedir diye damgalayanlar kendilerini İslam’dan göstererek yapıyorlardı bunu. İslam’dan olmadıkları için yapıyorlar bunu. Çünkü çok iyi biliyorlar ki “batılılaşma numarası çekmek takiyye ruhsatını kullanmasıydı müslümanın". Bu takririn çarpıtılması o milli manevranın kötülenmesinden en çok parsayı toplayacak olanın yani İslam’dan görünenin işine yarar zaten. Niye yarar; çünkü o işler İslami değil ama kendi işleri İslami’dir kanaatini tulu ettirmeye, yutturmaya bakmalıdır da öyle yarar.

Batılılaşma numarası çekmeli miydi, çekilmeli idiyse öyle öyle mi çekilmeliydi suallerini İslamcılar sormaz. Çünkü onlar Müslümanlardan olmadıkları halde müslümanlar arasından aranıp bulunur kimselerdirler. Başka yerde tutunamazlar, kendilerine yarayışlı işleri ne kurabilir ne yürütebilirler keza. (15 Haziran 2018)

Yazarın Diğer Yazıları

Şehir, Yönetimin Konusu Değil Yönetenin Ta Kendisidir

Aday Seçilen

Murat - Mürted - Mir'at

Para Nedir?

Siz Yazmış Olun

Niye Bu Hale Düştük?