Şehirlerde Ata Binilmez

Şehirlerde Ata Binilmez

Hani Türk milleti olarak bizler, tarih boyunca “çadırda doğmuş, at üzerinde ölmüştük”… Dedelerimiz, ninelerimiz ve tarihçilerimiz bize böyle anlatmışlardı. “Şimdilerde ata binenimiz var mı?” diye merak etmemize lüzum yok, çünkü ortada ne at var, ne de ata binen süvariler.

Çeşitli ülkelerin yaptıkları filmleri seyrederken, genellikle dikkat çekmeyecek bazı sahneler olur ya, işte o “dolgu” sahneleri, zaman zaman at çiftliklerinde ya da “atlı spor kulübü” diye tarif edebileceğimiz mekânlarda çekilir.

Bugün çocukluğumuzun sinema kahramanlarından Rambo’nun “Son Kan” (Last Blood) adlı beşinci ve son filmini seyretmek gafletinde bulundum. Vietnam’dan dönen travmatik Amerikan askeri John Rambo’nun kendisi dışındaki herkesten intikam almak için başlattığı mücadelenin anlatıldığı 1982 yılı yapımı “İlk Kan” filmini bilmeyen yoktur. Sinemada seyretmediyseniz bile televizyon kanallarındaki yayınlarından birine mutlaka denk gelmişsinizdir. Neyse, artık yaşlanmış ve botokslu suratına bakmanın imkânsız hâle geldiği John Rambo, 2019 yapımı bu son filminde Meksikalı kötü adamlara “ders” veriyor; sanki ABD’de ders verilecek kötü adamları tükenmiş gibi...

Meğer Rambo’nun Arizona eyaletinde babasından kalma bir at çiftliği ve içinde de baba yadigârı Meksikalı hizmetçisi Maria vardır. Bu hizmetçi kadının 17 yaşındaki torunu Gabrielle de hayırsız babasını aramak için Meksika’ya gitmek ister. Genç kız, Rambo ve anneannesi izin vermeyince gizlice kaçar. Üniversiteye gitmesine günler kalmış olan ve kendisini bir baba gibi yetiştirip kollayan John Rambo amcası da, kızı kurtarmak için peşinden “kötü” adamların memleketi Meksika’ya gider.

Burada küçük bir parantez açmakta fayda var: Meksika’nın ne kadar kanunsuz ve rezil bir ülke olduğunu hatırlamak için daha geçtiğimiz haftalarda yaşanan, bir mafya babasının oğlunun gözaltına alındıktan sonra Devlet Başkanı’nın emriyle serbest bırakılması hâdisesi bile yeter... Orası nasıl bir devlet ki, mafyanın adamları şehirleri yakıp yıkmasın diye, gözaltına alınmış olan cani ve uyuşturucu kaçakçısı bir kişi serbest bırakılıyor. Bu arada oğlanı gözaltına alıp da kelepçe takan emniyet müdürü de gündüz vakti, herkesin gözü önünde yüzlerce mermi sıkılarak şehrin göbeğinde infaz edilmişti. İşte Meksika denilen yer, böyle bir memleket!

Gabrielle Meksika’ya kaçmadan önce John amcasıyla beraber ata biner, açık arazide dörtnala at koşturur, ikilinin aralarındaki konuşmalardan Gabrielle’in küçük yaşta katıldığı at yarışlarından pek çok mükâfat kazandığını, çok iyi bir binici olduğunu öğreniriz. Hele John Rambo’nun atla beraber sergilediği akrobatik hareketleri izlerken -deyim yerindeyse- mest oldum.

Sadece Rambo filminde mi? Danimarka, Fransa, İsveç, İspanya, Avustralya, Hindistan, Rusya ve İngiltere gibi sinema konusunda söz sahibi ülkelerin pek çok filminde atlara, ata binen insanlara ve atın hayatlarındaki önemine dair sahnelere denk geliyorum. Sadece bir atın veya yarış atının hayatını anlatan pek çok film de yapılmıştır. Bu filmleri yapan milletlerin hiçbirine daha küçük yaştayken “Biz çadırda doğar, at üstünde ölürüz” gibi bir şey de öğretilmiyor. Buna rağmen adamlar umumiyetle at, köpek, kaplan, fil ve kuşlar gibi “hayvanların başrolde olduğu” filmler yapıyorlar. Hele bazıları o kadar güzel ve hislerimize dokunan filmler oluyor ki sinema salonunun karanlığında sessizce gözyaşı döktüğümüz bile oluyor.

Şımarık yetiştirilen gençler

Filmdeki her istediği yapılan, arzularına karşı çıkılmamış, “Dediğim dedik, çaldığım düdük” havasındaki 17 yaşındaki Gabrielle’in yaptıklarını seyrederken, modern zengin Batılı insanlardan bir kere daha nefret ettim. John amca ve anneanne, genç kıza defalarca “Yapma, etme! Senin baban pisliğin teki! Seni ve anneni sevseydi bırakıp gitmezdi, sana faydası değil zararı dokunur” diyerek telkin, tavsiye ve nasihatlerde bulunmalarına rağmen, kız, “İnadım inat” diyerek Meksika’ya gider.

Babası, Gabrielle’i evinin kapısından içeri bile almaz ve kızının ısrarlı olarak sorduğu “Bizi niçin terk ettin?” sualine, “Çünkü seni de, anneni de sevmiyordum, senin doğmanı da istememiştim” diye karşılık verir. Anneanne Maria bu acı gerçeği torununa daha önce söylemiş olmasına rağmen kız inanmamıştır ama şimdi hakikatin tokadı suratına inmiştir.

Yaşadığı bu travmatik hâdiseden sonra arkadaşıyla beraber “kafa dağıtmak” için bir bara giden Gabrielle, sonuçta büyük sözü dinlememenin cezası olarak kadın ticareti yapan bir mafya şebekesinin eline düşer. Hani, “Öfkeyle kalkan ziyanla oturur” atasözünde olduğu gibi... İşte bu söz dinlemez ve isyankâr Gabrielle’in şahsında, zengin Batılı emperyalist şımarık insan topluluklarını görür gibi oldum. Bu yüzden de zerre kadar acımadım ona…

Meksikalı şebekelerin pislik yaşantıları ve boyunlarında sallanan haç kolyelerini görünce, bu yazıda Katolisizmden de bahsetmek istedim. Fakat başka bir uzun yazı mevzusu olan “dünya tarihinin gördüğü en büyük belâ Katolik Hıristiyanlık” konusuna şimdi hiç değinmeyeceğim. Akdeniz’in kuzeyindeki Avrupa devletleri ve Güney Amerika ülkelerinin resmî dini olan Katolikliğin, insanları “insanlıktan nasıl çıkardığını” daha detaylı olarak yazmam lâzım.

"Değirmen şehirler" sadece öğütür!

Sylvester Stallone’nin filmin başlarındaki atlarla olan sahnelerini görünce, hatırıma gelen Türk milletinin bu asil hayvanlarla olan binlerce yıllık münasebeti vesîlesiyle “şehirlere yığılan” insan sürülerine yani kendimize acımadan edemedim.

Osmanlı Devleti’nin yerine kurdurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1920’li yılların ortalarında vatandaşlarını iki kategoriye ayırdı: “Şehirlerde ve kırsal alanda yaşayanlar”...

Köylerden şehre göçmenin neredeyse imkânsız olduğu bu dönem esnasında şehirliler yüksek oranda dejenerasyona tâbi tutuldu ve “geçmişini inkâr ederek Hıristiyan Batı’ya müntesip” topluluklar hâline getirildiler. Bu, gayet bilinçli ve hedefi olan bir “eğitim” dönemi olarak tarihe geçti. Köyde yaşayanlar ise, TC’ye isyan etmedikleri, askerlik yaptıkları ve vergilerini ödedikleri müddetçe “dokunulmayan” insan sürüleri olarak kaldılar. Tâ ki, 1950’deki Tek Parti iktidarı döneminin kapanmasına kadar...

1950’de başlayan “köyden şehre göç” yönelişi olumlu bir yer değiştirme hareketi gibi görülse de, bugün geriye baktığımızda, ortaya çıkan netîcenin neredeyse felâket boyutlarına ulaştığına şâhit oluyoruz. Ülke nüfusunun yüzde 80 civarı kırsal alanda yaşayıp tarım ve hayvancılıkla uğraşarak üretim yaparken, şehirlerin kapısı açılınca taşralılar, “kendi toprağının ağası olmayı” bırakıp “şehirlilerin hizmetçisi” olmaya koştular.

Lâfı uzatmayayım, sonuçta köylüler şehirlere gelip de “medenîleşeceklerine” tam tersi oldu ve şehirleri “dev köyler” hâline getirdiler. Bakınız: Günümüzün büyük şehirleri...

Ayrıca köylüler tabiattan, hayvancılıktan, tarımdan, istihsâlden, atından, eşeğinden, arısından, balından, kedisinden, köpeğinden ve halıcılık, kilimcilik, semercilik, eyercilik, demircilik, ayakkabıcılık, oymacılık ve dülgerlik gibi el sanatlarından uzaklaştılar. Binlerce senelik bilgi, kültür ve geleneğin birikimi birkaç on senede tüketildi. Köy ve kasabalarda yaşayan insanlarımız için gidilmesi ve yerleşilmesi zor olan “şehirler”, o senelerde sanki birer dünya cennetiydi ve ellerine geçen ilk fırsatta da taşralı insanlarımız, bu “değirmen şehirlere” koştular. İnsan ve emek öğüten “değirmen şehirlere” olan bu dehşetengiz göç, bugün tarım ve hayvan üretimimizi neredeyse yok olma noktasına getirdi. 2019 itibariyle köylerimizde yaşayan insan sayısı, Türkiye nüfusunun yüzde 10’undan bile az hâle gelmiş durumda, maalesef!

Bakmayın siz bazı köy ve ilçelerin seçim yapılacağı zaman kalabalıklaşmasına! Sırf “vereceği oy bir işe yarasın ve başka yerel sebeplerden ötürü” bazı taşralılar, nüfus kayıtlarını hâlâ doğum yerlerinde tutuyorlar. Yoksa normal vakitlerde bu insanlar büyük şehirlerde yaşıyorlar.

Şehirlerin değirmen hâline gelip de insan öğütmesi, en çok da kapitalistlerin ve devletin işine geldi. Köydeki insanları kontrol etmek zor iken, şehirde yaşayanları kolluk kuvvetiyle denetlemesi daha kolay hâle gelmişti. Ayrıca güya sanayileşen ülkemizin fazla sayıda köle işçiye ihtiyacı vardı. Şehirli insanın -meselâ- bin liraya yapacağı ve sigorta garantisi istediği bir iş için patronlar uzun müddet boyunca yüz liraya ve sigorta istemeyen köylüleri çalıştırdılar.

Ayrıca çocukları ve gençleri zorla “okullara doldurup” aynı tornadan geçirerek “ideal vatandaş” olsunlar diye mecburî eğitime tâbi tuttular. Çocuğunu okula göndermeyenler hapis ve başka cezalara maruz bırakıldılar. Bu saçma eğitim sisteminin sonunda, şimdi günümüzün gençleri diploma alınca “masa başında, bol maaşlı ve takım elbiseli kolay işler” istiyorlar. Üniversite veya lise mezunu gençlerin hiçbiri köye gidip de çiftçilik ya da hayvancılık yapmak istemiyorlar. (Bir de bu “yeni nesil gençlerimizin” teknolojinin kölesi olması hâdisesi var ki, o da yine başka bir yazının konusu.)

Biraz olsun insan ile at arasındaki münasebetin terk edilmesinin sonuçlarının neler olduğunu izah edebildiğimi düşünüyorum. Tarihteki bütün ünlü kumandan ve kahramanların bineği olan “at”, bu yazıda bir simge olarak kullanıldı. Acı olan şu ki, insanımızın tabiat ile ilişkisi azaldıkça, milletimizin kıyameti de hızla yaklaşıyor, diye yazmıştım ki, bu satırların üstünden birkaç ay geçmeden hepimizin sevgilisi koronavirüs Covid-19 dünyanın üzerine bir kâbus gibi çöktü. Kendini beğenmiş, azgın, muhteris insanlar da şimdi bu virüsten korunmak için evlerine sığındılar. Böylece tabiat da derin bir nefes aldı.

Eğer bu virüs salgını 5-6 ay daha sürecek olursa, dünyaya ihanet eden kibirli insanlar sonbaharda savrulan kuru yapraklar misali...