Bencillik Sıradağları ve Sazan Sarmalı

Çok turizmli Kültür Bakanımız ve elemanları, bu sayede aceleyle saçmasapan bir sinema kanunu çıkararak, kültür ve sanat işlerinde ne kadar hassas olduklarını bir kere daha gösterdiler.

Veronica, uzun dikdörtgen bir toplantı masasının etrafında oturan ortaklarına bakarak "mevzubahis olan para değil, zaman. Kabul ediyorum, çok kazanıyoruz, çok vergi ödüyoruz. Problem değil" diyerek sözlerine başlar. "Peki ya daha çok kazanmak için harcadığımız zaman? Zaman nerede görünüyor, nereye yazılıyor?.. Ülkede (İspanya'da) işler iyi yürüse buna aldırmazdım ama yürümüyor... Ve bunun üzerine para biriktirmeye karar verdim. Muhasebe konusunda daha gevşek oldum, diyelim. Önce sadece şirketimizdeki kârdan kendi payıma düşeni almaya başladım. Ama bir şekilde daha fazla para kazandığımı görünce, burada oturan ortaklarım kafayı yediler, buna katlanamadılar. Ama ne de olsa işler böyle yürüyor, değil mi?"

Şirketin tek kadın ortağı olan Veronica, kabadayı görünümlü Carlos'a doğru eğilerek "15 metrelik bir teknen varsa, 30 metrelik olsun istiyorsun değil mi?" diye sorar. Veronica'nın bakışları sonra en ürkek görünen ortağı Luis'e kayar: "İbiza'da bir evin varsa, oraya bir de havuz yaptırmak istiyorsun değil mi?" der. Aldığı cevap sadece suskunluk olur.

Kadın, sonra da şirketin CEO'su ve eski sevgilisi olan Marcel'e döner. "Kızın piyano çalıyorsa, markası Steinway olmalı. Hepsine sahip oluyorsun, yine de yetmiyor. Her şeyin daha fazlasını ve daha iyisini istiyorsun. Doğru değil mi? Hiç bitmiyor."

Yönetmenliğini Roger Gual'in yaptığı, 2016 yapımı "7 Yıl - 7 Años - Siete Años" filminin başlangıcındaki bir sahneyi anlattım size. Bir şirketin dört ortağı bizim bilemediğimiz bir yolsuzluğa bulaşmış durumdadır. Şayet içlerinden birisi suçu kabul ederse, 7 yıl boyunca hapiste yatacak ve diğerleri de paçayı bu zor vaziyetten sıyıracaklardır. Ancak mesele, aralarından hiç birisi yedi yılını, feda etmek istemiyor. Kimin cezaevine gireceği konusunda uzlaşmaları için bir de arabulucuyla anlaşırlar ve bu hakemin nezaretinde aralarında tartışmaya başlarlar. İşte yukarıda anlattığım bölüm, filmin bu münakaşa kısımlarından birinde söylenilen sözlerdir. Güney Avrupalı insanların ihtirasları, egoları ve acımasızlıklarının ön plana çıktığı filmi seyrederken göğsünüzün karıncalandığını, öfkelendiğinizi hissediyorsunuz.

 

İzlanda'da Bir Ağaç

Gelelim, bir başka film olan 2017 yapımı "Ağacın Altında - Undir Trenu - Under the Tree" isimli, Hafsteinn Gunnar Sigurdson'un yönettiği bir başka sinema eserine... Güneş ışınlarının ve ağaçların çok az bulunduğu, buzlar ülkesi İzlanda isimli adaya uzaktan bakıldığında; huzur dolu, sakin bir dünya, sıradan insanların mutlu mesut yaşadığı müreffeh bir devlet, değil mi? Fakat pencerenin perdesini biraz aralayınca gerçek görünmeye başlıyor: Aldatmalar, kandırmacalar, bencillikler, kıskançlıklar, ihanetler, düşmanlıklar, parçalanmış aileler, nikâhsız kadın-erkek beraberlikleri, babasız çocuklar, cinayetler ve intiharlar...

Sinema dilini ve bakış açısını en beğendiğim yönetmenlerden Michael Haneke'ye nazire yaparcasına çekilmiş bir filmde "zengin, modern, sömürücü" beyaz insanların beyinlerinin derinliklerindeki psikopatlığı gösterdiği için H.G. Sigurdson'u tebrik ediyorum.

Biz, Türk toplumu olarak İzlandalılar'ı oynadıkları futbolla tanıyorduk. Son yıllarda karşılaştığımız müsabakalarda genellikle mağlup oluyorduk fakat büyük turnuvalarda hem futbolcularının gösterdikleri dirençli futbol hem de seyircilerinin yaptığı "balina çağırma dansı" yüzünden yine de bize sempatik geliyorlardı. Ancak yüksek refah seviyesi ve sevimli tavırlarıyla hoşlandığımız İzlandalılar, meğerse sandığımız kadar "hoş" bir toplum değilmiş. Kuzey Atlantik Balinası sayısını tükenme düzeyine indiren, 1970'li yılların ortasına kadar "Türkler'i öldürmenin yasak olmadığı ülke" olan İzlanda'ya yakından bakınca, yani kendilerinin ürettiği filmler üzerinden projektör tutunca, karşımıza "cani, bencil, acımasız" bir millet çıkıyor.

Filmden bahsederek başlarsak; basit bir inatlaşmanın ve yanlış anlamanın tetiklediği olaylar neticesinde gittikçe artan komşu çatışmasının anlatıldığı "Ağacın Altında - Under the Tree", diğer kuzey filmlerinde de sık sık rastladığımız "mutlak bir çevrelenmişlik hissini" bize yaşatıyor. Ada olmasından kaynaklanan dar bölge, az nüfus, benzer simalar, hayatlarının en ince teferruatına kadar sinmiş aşırı kuralcılık ve fetiş noktasında kibarlık gösterisi... Ki, bu "kibarlık" insanlara mahsus bir nezaket değil de, "hayatla başa çıkma hususunda müracaat edilen bir metod"...

Sonuçta, egoizmin zirvesindeki insanların meseleyi konuşarak halletmek yerine önce münakaşa, ardından da şiddetle çözmek yoluna gitmeleri ve sonuçta her iki tarafın da büyük zararla problemin halledilmesi bize gösteriyor ki, zengin olmak, şahane evlerde oturmak, Avrupa Birliği üyesi olmak yetmiyor. Önce anlayışlı ve iyi ahlaklı insan olmak gerekiyor. Yoksa, insan görünüşlü yaratıklardan her türlü kötülüğü bekleyebilirsiniz.

 

İspanyol Usûlü Türk Draması

Netflix denen ne idüğü belirsiz sinema ve dizi film platformu, bana bir zamanlar çok meşhur olan Harlequin Pembe Kitap serilerini hatırlatıyor. Bu pembe kitapların ismine bakıp da yanılmak işten bile değildi. Çünkü içinde anlatılan "romantik aşk öyküleri" melanet saçıyordu. Önüne gelen her yakışıklı erkeğe âşık olan kızlar, kadınlar; gördüğü her güzel kız veya kadına kur yaparak yatağa atan Don Juan tipli yakışıklı içi zift bağlamış erkekler; bu kitapların ortak özelliğiydi. Hepsi de birbirine benzeyen, saçmalıklarla dolu bu romantik kitapları okuyan genç kızlar, bugünün anneleri oldular. O annelerin kızlarını bugün televizyon ve gazete haberlerinde okuyorsunuz: Kocasına Ren geyiği boynuzu takan, sadakat kelimesinden habersiz binlerce kadın... Bu kadınların çoğu da, yürütemedikleri romantik evlilikler yapıp, kısa süre içinde boşanıyorlar. Sonra da "erkek terörü" adı altında toplumun dibine dinamit konuluyor.

25-30 yıl önce Harlequin ile şimdi de Netflix ve benzeri medya platformlarıyla bütün dünyanın ahlâk ve romantizm anlayışı değiştiriliyor. Bu da o kadar güzel ambalajlanmış ki, kendini çok bilgili ve şuurlu zanneden kadınlar bile bu tuzağa düşmekten geri kalmıyorlar.

Her akşam televizyon kanalizasyonlarında zevkle ve "kafa dağıtmak için" seyrettiğiniz dizi filmlerin nelere mâl olduğunun farkında mısınız ey Türk Milleti? Değilsiniz. Öyleyse devam edin. Ama kızlarınız fahişe, oğullarınız homoseksüel veya uyuşturucu müptelası ya da mafyatik bir tip olduğunda da feryat etmeyin, çünkü buna "siz" müsaade ettiniz.

Vivir Sin Permiso (Unauthorized Living) isimli yeni yapım İspanyol dizisinin birinci bölümünün giriş sahnesi şöyle: 

Saray yavrusu büyük bir villanın kocaman bahçesinde, en güzel elbiselerini giyinmiş kalabalık bir insan güruhu... Herkes heyecan içerisinde birazdan başlayacak olan büyük bir eğlencenin beklentisi içerisinde etrafa gülücükler saçılıyor. Kendisi için doğum günü partisi düzenlenen ailenin babası Nemo Bandeira (Juan Coronado) ise gecikir çünkü malikânesine gelmeden önce bir hekimin muayenehanesinde süklüm püklüm oturmaktadır. Kadın hekim, hem büyük bir gemicilik şirketinin sahibi hem de İspanya'nın Galiçya bölgesinin en büyük mafya patronu olan Nemo'ya "alzheimer hastası olduğunu ve bundan sonraki hayatını daha dikkatli yaşamasını tavsiye" etmiştir.

Aldığı haberle hem büyük bir şoka giren hem de en kısa zamanda hayatında yeni planlamalar yapması gereken "baba" Nemo, kendisi için düzenlenen doğum günü eğlencesine geldiğinde aslında çok neş'esizdir. Buna rağmen memnunmuş gibi yaparken, seyirci olarak biz de zengin İspanyol ailesinin üyelerini tanırız. Dizi filmin yaptığı bu giriş, bana F.F. Coppola'nın meşhur "Baba - Godfather" filmini hatırlattı.

Filme ve karakterlerine uzaktan bakılınca, herşey güllük gülistanlık gibi... Mutlu bir evliliğin neticesinde çiçek gibi iki çocuk, sadık hizmetkârlar, zeki ve her istenileni soru sormadan yerine getiren elemanlar, güneşin her daim aydınlattığı kocaman bahçeli iki katlı bir villa, deniz, gemiler, uçaklar, yatlar, haralarda atlar, garajlarda süper arabalar...

Şahısları tanımaya başlayınca; kim kimin çocuğu, aslında o kadınla değil de bu kadınla evlenecekmiş, yanlış erkekle evlenen kadınlar, homoseksüel, uyuşturucu müptelası ve çılgın gençler, gayrimeşru veletler, rüşvet çarkının dişlileri arasında ezilen polisler ve yargıçlar, zengin olmak için herşeyi yapmaya hazır fakirler, uyuşturucu mafyasının uluslararası teşkilatı, insanların bencillikleri ve bitmeyen kıskançlıkları... Dünyayı asırlar boyunca sömüren İspanyollar'ın hâlâ ümidini yitirmemiş olan emperyalist fikirleri...

 

Felaket Fırtınası İsveç'e Ulaşıyor

Victor Danell adlı İsveçli biri, senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı "Den Blomstertid Nu Kommer - The Unthinkable - Kıyamet" diye film yapmış. Kıyamet ismi bizim yerli film dağıtım şirketinin kıçından uydurduğu birşey. Filmin orijinal adı "Çiçek Açma Zamanı Geliyor" mânâsındayken, İngilizcesi "Düşünülemez" anlamında... Fakat hayır olamaz, bu isimler Türk seyircisine hitap etmez, diye düşünülerek milyonuncu kere "Kıyamet" adı verilerek sinema izleyicisine sunuluyor. Neyse...

2018 yapımı filmin aslında konusu falan da pek yok gibi... Güya, İsveç'e sebebi ve nereden geldiği bilinmeyen büyük bir saldırı olmuştur. Halk sokağa dökülür, nereye kaçacaklarını ve sığınacaklarını bilmeden koştururken, Alex adlı arkadaşın karşısına çocukluk aşkı Anne çıkar. Herkes can derdindeyken, Alex hem can hem de canan derdindedir. Ayyaş babası da kendisini bir elektrik santraline kapatır vs.

Bahsetmek istediğim başka: Daha önce de defalarca yazdığım, Batılı zengin beyaz insanlardaki bencillik ve kibrin seviyesinin yüksekliği. Kendilerinden başkasını düşünmeyen ve sadece ama yalnızca kendisi için yaşayan acımasız, egoist bir güruh var karşımızda. Toplumu da bencil ve kıskanç fertler meydana getirdiğine göre, freni patlamış kamyon misali bayır aşağı hızla inen, azgınlıkta ve canilikte hudut tanımayan bir canavar ile karşı karşıyayız.

Arzuları yerine getirilmeyen herhangi bir Batılı insan da her çeşit sapkınlıkla etrafa saldırıyor. Filmin orta yerinden bir replik: "Mutluyum ama daha fazla mutlu olmalıyım." Ellerine ne geçerse geçsin, hiç bir şekilde tatmin olmuyorlar, hep daha fazlası, hep daha fazlası...

Emperyalist devletlerin zihniyeti de bu mantıkla düşünen fertlerden oluştuğu için, Donald Trump ve saz arkadaşları gibi, hep daha fazlasını isteyerek ve verdikleri sözlerde durmayarak dünyayı yangın yerine çeviriyorlar. Tarihte de böyleydi, şimdi de böyle... Başka bir örnek için, Tom Hardy'nin başrolünde olduğu "Taboo" dizi filmini tavsiye ederim. Taboo dizisi, İngiliz devleti ve İngiliz şirketlerinin Amerika kıtası, Çin ve Hindistan'ı sömürmek için oynadıkları oyunları, yaptıkları hileleri gözler önüne seriyor.

Toprak, güç, enerji, kontrol, zenginlik, din, yiyecek, içecek, müzik, eğlence vs. Aklınıza ne gelirse ilave edin, ego - ben putuna tapan seküler insanlara hiç birşey kâfi gelmezken, mutluluk hissinin, tatmin duygusunun bile aşırısını istiyorlar. Sahip olma güdüsünün karşısına çıkan engelleri aşarken de en ufak bir insanî emare taşımıyorlar. Talan, soygun, suikast, katliam, işkence, gözyaşı ve çığlıklardan zevk alan bir güruh ve bu sürünün destekleyicileri hâkim yeryüzünde... Başka bir örnek daha: 1970 Portekiz yapımı, başrolünde Marlon Brando'nun oynadığı, Queimada - İsyan filmi. İnternette araştırın, bulursanız izleyin.

"Çiçek Açma Zamanı Geliyor" filmine yeniden dönecek olursak, toplumsal paranoyadan bahsetmeden geçmemek lazım geliyor. Her ne kadar İskandinav tarzı bir felaket filmi de olsa, öykünün birçok unsuru Amerikan paranoyasını hatırlatmıyor değil. İnsanların kendi aralarındaki konuşmalarda, saldırıların sorumluluğu IS'e ait yani ISIS'e, yani IŞİD'e, yani DEAŞ'a veya El Kaide'ye... İsimlerden isim beğenin. Kısacası Müslümanlar dolaylı olarak suçlanıyor, doğru veya yanlış önemli değil, itham ediliyor.

İkinci olarak, patlamalar arttıkça İsveçli sıradan insanlar herşeyden şüphe eder hâle geliyorlar, öyle ki devlete ve dostlarına olan itimatlarını bile yitiriyorlar. Kendini beğenmiş, bencil, herşeyi kontrol etmek isteyen modern insanın; karşılaştığı en küçük problem karşısında darmadağın oluşunu görmek, yeryüzünün istikbâli bakımından hiç de ümit verici değil, bilakis dehşete düşürücü... "Herşey mutlaka benim istediğim gibi olmalı" zihniyetindeki modern insanın acziyeti neyden kaynaklanıyor diye düşününce, "ilahlık sendromu"ndan başka bir neticeye varılabilir mi? Yaşananlar karşısında en küçük bir pişmanlık hissetmeyip, devamlı karşısındaki suçlayan mahlûklardan kime, ne fayda gelir ki?

 

Koca Türkiye "Sazan Sarmalı" Oyununa Geldi

Hep yabancı filmlerden örnekler vererek, insanlık ve dünyanın geleceğiyle ilgili meram anlatmaya çalışıyorum ya, biraz da memleketimizin "sineması"ndan sözedeyim. Türkiye'nin yerli sinemacıları, toplumsal ve insanî çözümler teklif eden filmler yapmak yerine bol bol komedi veya fuhuş temalı "aşk" filmleri çekmeyi sürdürüyorlar. Bunlardan sonuncusu bütün milleti eşek yerine koydu.

Beyin ve beden olarak tükenmiş olan Yılmaz Erdoğan adlı bir adam var. Zeki mi zeki, uyanık mı uyanık... "Patlamış mısırı" bahane ederek, sinema salonu işletmecileriyle kavga ederken, öte yandan meğer "sazan sarmalı" filmini el altından Netflix'e satmış. Kavga, dövüş, TBMM'den sinema kanunu geçsin, satılan mısırdan pay almak falan derken "Organize İşler: Sazan Sarmalı" filmi sinemalarda vizyona girdi. İki hafta boyunca salonlarda oynadı. Millet, adam başı 30-40 TL civarında para vererek içi boş sabun köpüğü filmi seyretti, gişe geliri 30 milyon TL'yi geçtikten sonra "pat" diye Netflix platformunda yayımlandı.

Ortalık ayağa kalktı fakat milleti sazan sarmalı oyununa getiren BKM ve Yılmaz Erdoğan kazığı sokmuştu. Şimdi para vererek filmi sinema salonlarında seyredenler haklı olarak öfkeliler ama yapacak birşey yok. Çünkü atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti. Hepinize ve devleti idare eden yöneticilerimize hayırlı olsun. Çünkü çok turizmli Kültür Bakanımız ve elemanları, bu sayede aceleyle saçmasapan bir sinema kanunu çıkararak, kültür ve sanat işlerinde ne kadar hassas olduklarını bir kere daha gösterdiler.