Aile Uçurumdan Aşağı Düştü

Rus sinemacısı Andrey Tarkovski’nin de vurguladığı gibi "sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır."

Elektrik enerjisinin keşfedilmesiyle birlikte dünya tarihinin akışı değişti ve geriye dönmek de bir daha da mümkün olmayacak.

Sanayi devriminin ürünlerinden biri kabul edilebilecek olan elektriğin kullanılmasının yaygınlaşması, sadece teknolojiyi ilgilendiren sahalarda değil, toplumu ve fertleri de doğrudan etkileyen pek çok hususta olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurdu. Fazla dikkat çekmese de, şayet bugün aile mefhumunun yeryüzünde azalmasının suçu da elektriğindir. Yüzbinlerce yıldır dünya üzerinde yaşayan insanların -birbirlerinden habersiz uzak ülkelerde yaşasalar da- toplum yaşantıları üç aşağı, beş yukarı birbirine benzerdi. Kadınlar ile erkekler biraraya gelerek bir aile kurarlar, günümüzün modern insanının "ataerkil" diyerek yerden yere vurduğu bu aile düzeninin içinde büyükanne ve büyükbabalar ile dayı, hala, teyze, amca gibi yakın akrabalar da bulunurlardı. Büyük aile şeklinde yaşayan bu insanlar, iyi ve kötü hadiseleri beraber yaşayıp giderlerdi.

Büyük savaşlar, göçler, âfetler, hastalıklar, bayramlar, festivaller insan topluluklarının hayatlarındaki vazgeçilmez olaylardı ve bütün bunların hepsi "aile" olarak yaşanırdı. Aile bireyleri, insanlar için çok mühim kimselerdi. İnsan, ailesi için avlanır, para kazanır, intikam alır, sevinir, üzülür, göçer, yerleşirdi.

Sonra bir gün evlerin ortasında bir "ışık" parladı. Bu, o güne kadar geceleri aydınlatmak için kullanılan diğer lambaların hiç birine benzemiyordu. İstenirse bu lamba sabaha kadar yanabiliyordu. Yüzbinlerce sene boyunca güneş battıktan birkaç saat sonra istirahate çekilen insanlar, artık bu parlak lambanın altında -arzu ederlerse- sabaha kadar oturabiliyorlardı. Böylece uyku düzeni değişen insanların hayatları da ufaktan bozulmaya başlamıştı ancak bunun korkunç neticelerini görmek için en az bir yüzyılın geçmesine daha ihtiyaç vardı.

Önceleri mekânları aydınlatan elektrik enerjisi, zamanla teknolojinin tam göbeğine yerleşti ve sanayinin candamarı oldu. Binlerce yılda yavaş yavaş gelişen teknoloji, bir asır içerisinde milyonlarca yıla eşdeğer biçimde sür'atlendi. İlk bakışta yalnızca sanayi ve teknolojiyi ilgilendiriyormuş gibi görünen bu gelişmelerin sonucunda "insan" ve "aile" de değişmeye başladı. Frenleri patlamış dev gibi bir kamyonun yokuş aşağı inmesine benzer şekilde, toplum hayatı da altüst oldu. Elektrik enerjisine bağlı olarak gelişen önce radyo ve televizyon, daha sonraları da bilgisayar ve cep telefonları; onbinlerce senedir birarada yaşayan insan neslinin yaşantısını değiştirdi, parçaladı.

Lafı uzatmadan söyleyecek olursam, artık aile kavramı çok zayıfladı. Elektrikle çalışan cihazlar yüzünden aile fertleri önce konuşmayı azalttılar, sonra da birbirlerinden uzaklaştılar. Beden olarak yanyana ama zihin olarak birbirlerinden kilometrelerce ırakta olan kişiler haline geldiler. "Tanıdığımızı" zannettiğimiz aile fertlerini meğerse "hiç de tanımadığımızı" farkettiğimizde suratımızda patlayan yumruğun şiddetini sonradan anlamaya başladık ama iş işten geçmişti. Şimdi "alışkanlıklarımız" bizi pençesine almış durumdalar... En korkunç narkotik maddelerden bile daha tehlikeli olan cihazlar, şu anda yasal olarak her tarafta satılıyor: Cep telefonları, tabletler, bilgisayarlar ve televizyonlar.

 

Kayıp Aranıyor

Başrollerinde ABD doğumlu Koreli aktör John Cho ve Debra Messing'in oynadıkları, Hint asıllı Aneesh Chaganty yönettiği, Kazakistanlı Timur Bekmambetov'un yapımcısı olduğu, senaryosunu Aneesh Chaganty ile Sev Ohanian yazdığı "Kayıp Aranıyor - Searching" adlı 2018 senesi yapımı filmden çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. 16 yaşındaki lise öğrencisi Margot (Michelle La) kaybolduktan sonra polis dedektifi Wick (Debra Messing) ile onu arayan baba (John Cho) "sevgili küçük kızını" tanıdığını zannetmektedir. Çünkü baba, birkaç sene önce karısı da öldükten sonra aynı evde kızıyla beraber yaşamakta, onun bütün ihtiyaçlarını karşılamakta, günde pek çok defa telefonda Margot ile konuşmakta, piyano derslerine yollamaktadır. Böyle olunca bir babanın kızını tanımadığını düşünmek herhalde safdillik olur, değil mi?

Fakat hakikat hiç de öyle değildir. Kız kaybolduktan sonra başlatılan arama çalışmaları esnasında dedektif Rosemary Wick, babaya alışılagelmiş soruları sormaya başlar. Adam cevap vermeye çalışırsa da aradan geçen her bir dakikada aslında "kızını tanımadığını" idrak eder. Baba, kızı Margot'un sadece bebeklik ve çocukluk dönemlerini biliyordur, sonrası ise meçhuldür. Gittiği okulun ismini bilmesi, bindiği arabayı ona almış olması, bilgisayar ve cep telefonu üzerinden sürekli olarak mesajlaşıyor olması kızını tanıdığı anlamına gelmiyormuş. Baba bu feci durumun farkına vardığında iş işten geçmiş ve 16 yaşındaki Margot ortadan kaybolmuştur. Hani şu "çocuğuma her istediğini alırsam, bol harçlık verirsem, her dediğini yaparsam çok mutlu olur" düşüncesindeki ebeveynler var ya, "Kayıp Aranıyor - Searching" filmindeki baba da aynı zihniyete sahip... Sonunda bin pişman oluyor ama iş işten çoktan geçmiş oluyor. Günümüzün dünyasında aileler aynı evde oturduklarından ötürü birbirini tanıdıklarını, herşeyi bildiklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar.

 

Danimarka'dan İki Film

Türkçe ismi "Suçlu" olan "Den Skyldige - The Guilty" filmi aslında tek mekânda geçen bir psikolojik gerilim... 112 acil yardım hattında akşam mesaisinde çalışan bir polis, yarı karanlık genişçe bir odada 3-4 tane daha memur gelen aramalara cevap verip, lazım gelen yönlendirmeleri yaparak Kopenhaglı insanlara yardım ediyorlar. Polis Asger Holm gelen bir telefonla beraber berbat bir vaziyetle karşıkarşıya olduğunu anlar. Bir kadın "kaçırıldığını" söyleyerek yardım talebinde bulunmaktadır. Holm (Jakob Cedergren) zekâsının bütün kıvraklığını kullanarak Iben isimli kadını içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmaya çalışır. Fakat ilerleyen saatlerde polis Holm anlar ki, manzara hiç de göründüğü gibi değildir.

Bu filmle alakalı anlatacağım pek çok şey sürprizbozan olacağı için ben daha çok ailevî ayrıntılardan bahsedeyim. Suç ile din mefhumlarının birbiriyle ne kadar yakın ilişkisi olduğunu anlamak için teolog veya kriminolog olmaya gerek yok, gerçi bu iki tür bilim adamlarının anladığını da pek zannetmiyorum ya... Çünkü ilahiyatçılar da suçbilimciler de ayrı tellerden çaldıkları için ve "akort" konusunda fikir sahibi olmadıklarından, suç ve din kavramları arasında birebir irtibat kuramıyorlar. Bu bağlantıyı bir farketseler epeyce problemi çözmeyi başaracaklar fakat azgın egoları buna müsaade etmiyor. Neyse konuyu dağıtmayayım. 

Ortada suçlu bir baba (çeşitli cezalar almış, hapse girmiş çıkmış), iki çocuk annesi suçlu bir kadın (ki, sonlara doğru onun da akıl sağlığının yerinde olmadığı anlaşılacak), iki küçük masum çocuk (Mathilde ve Oliver) ve de yaptığı büyük bir kusurdan dolayı suçlu olan polisimiz Asger Holm. Her "suçlunun" ayrı bir hikâyesi var ve sonuçta da parçalanmış iki aile... Avrupa filmlerinin, romanlarının, öykü kitaplarının hangisine bakarsanız bakın, hepsinde ilk karşılaşılan unsur "parçalanmış aile" oluyor. Toplumu oluşturan en küçük birim olduğu iddia edilen "aile müessesesi" paramparça edilince, geriye ne kalıyor? Hastalıklı, sapık, alkolik vb bireylerden oluşan kaotik bir toplum. Aileyi meydana getiren fertler sıhhatli olmayınca, sağlıksız bir cemiyet meydana geliyor; sağlıksız toplumun oluşturduğu devlet mekanizması da para ve güç ile bir yere kadar gidebiliyor, sonra debriyaj balataları sıyrılıyor, rot-balans ayarı bozuluyor, motor yalpa yapıyor ve aile arabası uçurumdan aşağı...

 

"İkinci Bir Şans" Her Zaman Ele Geçer mi?

Evlenmek ve çocuk sahibi olmanın çok ama çok fazla abartıldığı ve de sonuçta nüfusun hızla tükenişe gittiği modern toplumlardan bir örnek daha ödüllü yönetmen Susanne Bier'in 2014 yapımı "İkinci Bir Şans - En Chance Til - A Second Chance" filminde net şekilde önümüze seriliyor.

İki polis dedektifinden Andreas Thomsen (Nikolaj Coster-Waldau), mesai arkadaşları tarafından mutlu biri zannedilirken, ölmüş olan çocuklarının acısını unutamayan karısı Anna ise (Maria Bonnevie) bir bebek hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Bir soruşturma esnasında uyuşturucu müptelası (Nikolaj Lie Kaas) ile sevgilisinin pislik içindeki bebeğini çalan Andreas, eşi Anna'ya getirir ve "artık bu bizim bebeğimiz" der. Bunun üzerine Anna psikolojik olarak düzelme yoluna girer.

Katolik Hıristiyanlığın batı dünyasına bir hediyesi olan nikâhsız hayat, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra moda oldu. Katolik inancının "boşanmanın yasak olduğu" iğreti evlilik anlayışından ötürü Protestan Hıristiyanlar arasında yaygınlaşan metres hayatı yaşamak, 1960'ların sonundaki "özgürlük" eylemlerinden sonra önü alınamaz bir çığ gibi dünyaya yayıldı. Son senelerde Türkiye'de de "düzeyli birliktelik" yaftası altında yapılan fuhuştan sonra çiftler arasında evlilik teklifi yapmak "garipsenir" hale geldi ki, zaten buna filmlerde çok fazla rastlanıyor. Ulusal yayın yapan televizyon kanalizasyonlarındaki dizi filmlerde hep evlilik dışı hayat özendirilir hale geldi.

Evlenmeden çocuk sahibi olan modern insanların sayısı milyonları bulunca, toplumdaki bozulma ve çözülmeler de fazlalaştı. Bu kadar "özgürlüğe" rağmen yine de modern insanlar çocuk sahibi olamıyorlar. Çünkü modern kadın sürekli olarak güzel görünmek istiyor. Bunun yanında vücudunu bozmamak, çocuk zırıltısıyla gecelerini doldurmamak, her gece başka bir yere eğlenmeye gitmek, aynı erkekle bir ömür geçirmemek gibi isteklerle etrafına yüksek bir duvar örüyor. Sonra da gelsin bunalımlar, anti-depresan ilaçları, yalnızlık... (Aramızda kalsın, böylesi tiplere zerre miktar acımıyorum. Beter olsunlar, sürünsünler.)

İnsanlığın berbat bir durumda olduğuna, toplumların ve modern uygarlığın çökme yolunda hızla bozulduğuna dair son senelerde özellikle İskandinav sinemasında güzel örnekler veriliyor. Hele de Oscar ödülü de kazanmış olan kadın yönetmen Susanne Bier'in verdiği sinema eserlerine (Herşey Güzel Olacak / Alting Bliver Godt Igen; Daha İyi Bir Dünyada - In A Better World vs) dikkat edilirse, Danimarkalıların insan neslindeki dejenerasyonu anlatmak için hususi bir gayret gösterdiği bile iddia edilebilir. Ancak Rus sinemacısı Andrey Tarkovski’nin de vurguladığı gibi "sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır."

"İkinci Bir Şans" filmi; pisliğinde boğulmaya terkedilmiş modern toplumun, depresif aile yapısı ve sağlıksız çalışan adalet müessesesi gibi unsurları ön plana çıkararak, insanların yaşadıkları olaylar üzerinden ciddi mesajlar veriyor. Öte yandan modern insanın ihtirası, bencilliği ve kibrine mühim vurgular yapılıyor. Mesela; intihar eden kızın annesiyle babası eve geldiklerinde üzülmedikleri gibi, konuştukları mevzu da "tabut ahşap mı olsun, tabutun rengi ne olsun, çiçekler hangi cins olmalı, zambak mı gül mü?" vs. İnanılır gibi değil ama böyle... Kendi canına kıymış olan kızın trajedisine ve o raddeye nasıl geldiğine kafa yormak yerine, cenaze merasimini kendi toplumsal seviyelerine uygun olarak ve şatafatlı biçimde halletmenin derdindeler. İnsan (gayrimeşru da olsa) torununa bir bakmak istemez mi? "Bu bebek, bizim kızımızın çocuğu" diye düşünmez mi? Hayır, yok, düşünmüyorlar.

 

Uçurumun Dibinde Cennet Yok

Modern-müreffeh-azgın-bencil-kudurmuş batı ve batıya hayran olan toplumlar çökmüş vaziyetteler... Nüfusları sür'atle azalırken, dış dünyaya karşı hep muhteşem, ihtişamlı görüntü vermenin derdindeler... Ancak hepsi kandırmaca, hepsi yalan. Düştükleri uçurumu bile bize cennetmiş gibi pazarlamanın derdindeler, ki bizler de aptal gibi onların peşinden sürüklenip aşağı atlayalım.

Hep diyorum ya, toplumları, ülkeleri, insanları tanımak için o toplumun sanat eserlerine bakacaksınız. Sanat eserleri; insanların, toplumların bütün sırlarını ifşa ederken, ipuçlarını önünüze serer, DNA, RNA, genetik kodları ve artık daha ne varsa herşeyi öğrenmenizi sağlar. Fakat görmek istemeyen kişiler için yapacak birşey yok. Onlar zaten kördür görmezler, sağırdır duymazlar, beyinlerine de soksanız tabularından taviz vermezler. Çünkü onlar modernite, çağdaşlık, özgürlük, demokrasi, laiklik putlarından oluşan tanrılar panteonuna iman ettikleri için, kendi elleriyle sıkı sıkı bağladıkları zincirlerinden kurtulmayı düşünmezler bile. Halbuki insanlar biraz akletseler ki, bu gidiş gidiş değil; bu azgınlığın sonu çok kötü... İnsan için kendi eliyle yaptığı puta tapmaktan daha ahmakça ne olabilir ki? Ama oluyor işte.