Toplum İçin Kültür

Milay Köktürk: "Bu yazılar, geçmişin ideolojik çağlarında yaşayanlar yahut ideolojik olarak bilinçlenmek isteyenler için yazılmamıştır. İdeolojik zihinlerin buradaki çözümlemelere zaten ihtiyacı yoktur."

Kitap vardır, vakit geçirmek için okunur.
Kitap vardır, eğlenmek için okunur.
Kitap vardır, eleştirmek için okunur.
Kitap vardır, bilgi sahibi olmak için okunur.

Bu listeyi daha epey uzatabiliriz. Bazı kitaplar da vardır ki, okuması ağırdır, her bir satırında uzun uzun düşünmek mecburiyetinde kalınır, hatta bir elde kalem önemli görülen kelimelerin, cümlelerin altı çizilir, sayfanın kenarına "derkenar" mahiyetinde notlar alınır, ki, gün gelip de yeniden okunduğunda dikkat edilecek olan hususlar hemen göze çarpsın...

Milay Köktürk'ün Eleştirel Yazılar serisinin 3. kitabı olarak Ötüken Yayınları'ndan çıkan "Toplum ve Kültür" adlı eseri de bahsettiğim nitelikte olanlardan biri çıktı. Açıkçası bu kadar çok beğeneceğimi pek tahmin etmemiştim. Genellikle akademisyenlerin yazdığı kitaplara –haklı olarak- önyargıyla bakarım. Çünkü akademisyenlerin umumiyetle "anlaşılmak" gibi bir kaygıları yoktur, onların "ben yazdım, isteyen anlar, istemeyene güle güle" tarzında bir duruşları vardır. Milay Köktürk'ün de bir profesör olduğunu görünce, doğrusunu söylemek gerekirse "hemen şöyle bir bakıp geçerim" diye düşünmüştüm ama daha ilk sayfadan itibaren böyle olmadığını anladım.

Kitabın "Sunuş" yazısı, yazarın hayatı nasıl algıladığına, olaylara nasıl baktığına, dil ve üslûp konusundaki hassasiyetine dair açıklamalarla başlıyor ki, bu duyarlı tavır bile Milay Köktürk'ün yazdıklarını daha dikkatle okumamı sağladı. Çeşitli dergilerde yayımlanmış yazılarını kitaplarda yeniden niçin topladığına dair rahmetli Cemil Meriç'ten verdiği örnekler ve devamında "eleştiri" kavramının ne olduğunu genelgeçer birşey değil de, felsefî olarak nasıl algıladığını izah etmesi güzel olmuş. Eleştirinin hep olumsuz yanıyla ele alındığını, aslında bunun böyle olmaması gerektiğinden hareketle, "eleştirel bakış"ın sırf değer biçme üzerine kurulu olmadığını anlatarak, bu husustaki entellektüel duruşun nasıl olması lazım geldiğinden bahsetmesi, yazarın entellektüel derinliğini göstermesi bakımından kıymet arzetmektedir. Köktürk "özellikle çok boyutlu, karmaşık veya tartışmalı olguların, bu anlamda eleştirel bakışa konu edilmesi gerekir" derken, kitabın ilerleyen sayfalarında okuyucuya bir denizin kıyısında olduğunu ve şayet yine okuyucu istiyorsa, bu denizin derinliklerinde birlikte seyahat edeceklerinin sinyallerini veriyor.

Devamında da Milay Köktürk "bu yazılar, geçmişin ideolojik çağlarında yaşayanlar yahut ideolojik olarak bilinçlenmek isteyenler için yazılmamıştır. İdeolojik zihinlerin buradaki çözümlemelere zaten ihtiyacı yoktur. Onlar kendi ideolojilerinin kutsal kaynaklarıyla yetinmelidirler. Bu yazılar siyasal ve sosyal sorunlara kolay çözüm ve hazır reçete arayanlar için de değildir. Onlar insan temelli olguların doğal olgular gibi tek boyutlu olmadığını, onları anlama ve onlara ilişkin doğru yargılarda bulunma işinin uzun soluklu bir gayret ve yoğun düşünsel çaba gerektirdiğini hesaba katmazlar" derken, isabetli bir teşhis de yapmış oluyor. 

Kitabın yazılmasındaki birinci amacın zihinleri muhakemeye sevk ve dâvet etmek, diğer gayesinin de tarihe not düşmek olduğunu söyledikten sonra, Prof. Dr. Milay Köktürk "Özgürlük ve Kültür" adlı makalesiyle zihin dünyamızın derinlerine hitap etmeye başlıyor. Özgürlük ve birey kavramlarını izah ettikten sonra, "özgürlük bilincinin oluşması tek başına, soyut bir zeminde gerçekleşmez" diyerek bunun sebeplerini anlatıyor. Düşünce özgürlüğü, bireyin ve kültürün gelişmesi ara başlıklarıyla süren makale, kültür üzerine yazdıklarıyla bir başka boyuta geçiyor. 

Kültür ile alakalı bir makalesinde "gelenek, ortak ruhun tarihsel süreçteki seyahatidir" diye formüle eden yazar, kitabın ortalarındaki peşpeşe iki yazısında "gelenek" konusunu tafsilatlı şekilde anlatıyor. Geleneğin korunması için çaba sarfederken düşülen yanlışlardan nasıl uzak durulması lazım geldiğini izah ettikten sonra, yazar, gelenek askıya alındığında ise, maruz kalınacak tehlikelere dikkat çekiyor.

Kitabın "Dinin Ontolojik Temelleri: Vahiy ve Özgürlük" bölümünü okurken, zihin dünyamızın açılıp genişlediğinin farkına varıyoruz. Dinin neden gerekli olduğunu, dinle ilgili bazı konularda aşırıya kaçan tenkitlerin maksadı dışına çıkarılarak, yanlış yollara sürüklediğinden bahisle "İman ve Özgürlük" başlığı altında "dinin bilinçteki ontolojik temeli, bireylerin özgürlüğünün onaylanışıdır" diyerek insana özgürlük tanıyan din anlayışının, hem onun ontolojik temelleriyle ve hem de insan gerçeğiyle çelişmeyeceğini net şekilde ortaya koyuyor.

20. yüzyılın son döneminde başlayan “küreselleşme” hokkabazıyla dünya toplumları oyalanırken, öte yandan “küresel asimilasyonun nasıl yapıldığının” anlatıldığı bölüm bir başka zihin açıcı bölüm. Siyasal devrimlerin hemen ardından gelen “kültür devrimleriyle” beyinlerin nasıl iğdiş edildiğini örneklerle uzun uzun anlatan yazar, bunların aslında “devrim” değil “devrim görünümlü asimilasyon hareketleri” olduğundan bahsediyor. Teknolojinin hayatımızın orta yerine gelip de çöreklendikten sonra, bireyleri nasıl değiştirip köle yaptığını anlatırken; “Bireye çok fazla seçme özgürlüğü verildi ama birey başıboş bırakılmadı. Birey, tercihlerini belli türden bir yaşama ve tüketim biçimi yönünde kullanması için sürekli telkin altında tutuldu. Yaşama biçimini hazza dayalı olarak şekillendirmeyi amaçlayan telkin ve etki mekanizması giderek artan bir ivmeyle çalışır oldu… Yıllardan beri karşı karşıya kaldığımız etki bombardımanında, medyanın üzerimize boca ettiği değerler sadece dünyevîleşmiş Batı Medeniyetinin yaşama estetiğidir. Daha önemlisi, yüz yılı aşkın bir zaman diliminde Kıt'a Avrupası kültür çevresinin yaşama biçimi öne çıkarılırken, şimdi artık bu medeniyetin patolojik bir ürünü olan Amerikan hayat tam egemen kılınmak istenmektedir. Bu coğrafyanın en önemli silahı olan bir içeceğin “hayatın gerçek tadı" mesajıyla birlikte sunulması, bu hakikati çok açık biçimde ifade etmektedir” diye ifade ederek, bu problemlere elbirliğiyle çözümler üretmemizi teklif etmekte… Çözüm merkezi olarak da, üzerinde yaşadığımız toprakları işaret eden Milay Köktürk "Anadolu coğrafyası, sözü edilen özgün düşüncelerin kaynağı olabilecek bir birikime sahiptir" diyor.