Roman Okumak Bir Kültürdür

"Üniversiteye gelmişsin, siyasî kitap okuman gerekirken roman okuyorsun" deyince, ne diyeceğimi şaşırdım.

Üniversite birinci sınıftayken, kaldığım erkek öğrenci yurdu fakülteye uzak mesafedeydi. Her gün 1,5 saat sabah, 2 saat de akşam saatlerinde yolculuk için belediye otobüsü ve vapurda vakit harcıyordum. İşte bu yolculuklar esnasında, çocukluğumdan kalan alışkanlıkla kitap okurdum, genelde de roman ve hikâye... Okuyacak kitap kalmadığında da ya bir arkadaştan ödünç kitap alırdım yahut Beyazıt'daki Sahaflar Çarşısı'na gidip ucuza bulduğum bir kitabı...

Fakültenin eğitim dönemi başladıktan birkaç ay sonraydı. Bir sabah yine kitap okuyarak sınıfa gelmiştim. Defter ve kitaplarımın arasında gazete kâğıdıyla kaplı kalın romanı gören sınıf arkadaşım Uğur Kayar kitabı eline aldı, açtı, baktı ki, bir macera romanı, dudak büküp küçümseyerek "sen hâlâ roman mı okuyorsun?" dedi.

Şaşkınlık içinde kalmıştım. "Ne var ki bunda?" diye soruyla cevap verdim.

"Üniversiteye gelmişsin, siyasî kitap okuman gerekirken roman okuyorsun" deyince, ne diyeceğimi şaşırdım.

Deyim yerindeyse, apışıp kalmıştım. O güne kadar bildiğim, duyduğum, okuduğum büyük insanlar roman okumuş; hikâyeler, romanlar yazmışlardı. Dünyayı değiştiren en önemli unsurun "kalem" olduğuna inanarak büyümüştüm. Babamı, annemi, dayılarımı, amcalarımı, arkadaşlarımı hep kitap okurken görmüştüm. Ben daha okumayı bilmezken, annem ve babam bana kitaplar okumuşlar, en heyecanlı maceraları, en acıklı aşk hikâyelerini, en büyük savaşları, en güzel masalları hep kitaplardan öğrenmiştim. Şimdiyse sınıf arkadaşımın romanları küçümseyen bu tavrı içime bir ok gibi saplanmıştı. Öylece kalakalmıştım. Birkaç dakika sonra ders başladı ve herkes yerine oturarak, sınıfa giren hocayı dinlemeye başladı. Fakat ben zihnimi bir türlü derse veremiyordum, çünkü çok derinden yaralanmıştım bir kere...

O günden sonra yolda giderken roman okumayı bıraktım, artık sadece uyumadan önce yatağa uzandığımda okur olmuştum. Sair zamanda da daha ağırbaşlı fikir kitapları okuyordum.

 

Attila İlhan'a Borcum Var

Aradan birkaç yıl geçti. Bir gün alışveriş yaptığımda, aldığım bir şeyi yarım sayfa gazete kâğıdına sararak bana vermişler. Eve gelip de paketi açıp içindekini çıkardıktan sonra, gazete kâğıdında ne yazılı diye merak ettim. Milliyet Gazetesi'nin orta sayfalarından birinin yarısıydı ve Attila İlhan'ın köşe yazısının başlangıç bölümü okunacak vaziyetteydi. Okumaya başladım. Attila İlhan makalesinde "roman okumanın bir kültür işi olduğunu, hayatı ve insanları tanımak için roman okumanın lazım geldiğini, her insanın roman okuyamayacağını bu nedenle roman okumanın bir ayrıcalık olduğundan" bahsediyordu...

Yazının devamı sayfanın altında kaldığı için nasıl bittiğini bilmesem de oraya kadar okuduklarım bana yetmişti. O günden sonra yeniden roman okumaya başladım.

Roman ve hikâye okumanın tadı hiçbir şeye benzemez. Bu tada en yakın keyif ancak radyo tiyatrosu dinlemekte bulunabilir. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, her bir satırını okudukça, cümlelerin tesiriyle bambaşka bir âleme gidilir, hikâyenin veya masalın kahramanlarıyla beraber biz de maceradan maceraya koşarız. Devlet kurar, padişah olur, kötü kimseleri yakalayıp tesirsiz hale getirir, sıcak bir günde ovada akmakta olan derenin serin suyunu yudumlar, kocaman yolcu uçaklarında seyahat eder, on kişiyi öldürmüş olan seri katili bulmak için polis dedektifi gibi iz süreriz. Bu heyecanın benzerini radyo tiyatrosu dinlerken yaşayıp hissetme bahtiyarlığına ererken, film seyrederken alınan tat bu kadar etkileyici olmaz. Kitabın satırlarını okurken kafamızda kurduğumuz âlemin bizzat içindeyizdir fakat sinemada veya televizyonda film seyrederken "izleyici" olmaktan öteye geçilmez. Ayrıca "hayaller" de ekranda gördüklerimizle sınırlandırılmıştır.

 

Filmi Yapılan Romanlara Bir Örnek: Kurtlarla Dans

İşte bu nedenlerden ötürü, kitabını okuduğum romanlardan uyarlanan filmleri seyretmemeyi tercih ederim. Çünkü her defasında çok büyük hayal kırıklığına uğramışımdır. En fecisi de 1990 yılı yapımı ve 1991'de 7 adet Oscar ödülü almış olan "Kurtlarla Dans - Dances with Wolves" filmidir. Yönetmen ve başrol oyuncusu Kevin Costner zekice bir davranışla senaryoyu da romanın yazarı olan Michael Blake'e yazdırmış ve filmin süresi de 3 saat olmasına rağmen, film benim için tam bir hayal kırıklığıdır. Kurtlarla Dans romanı; sıradan, edebî değeri olmayan bir eser olmasına rağmen, filmden kat be kat fazla keyiflidir. Çünkü roman sanki senaryo gibi sahne sahne yazılmıştır ki, anlatılan her bir ayrıntıyı, her duyguyu, her düşünceyi, her konuşmayı, her bakışı ben hayalimde öylesine benimseyerek yaşamışımdır. Ama yine de ne olursa olsun, 7 Oscar ödüllü bir film bile beklentilerimi karşılayamamıştır.

Yıllar sonra yazar ve senaristi Michael Blake devam niteliğinde iki roman daha yazarak, Amerikalı beyazların Kızılderililere yaptığı haksızlıkları ve katliamı çok güzel anlatmıştır. "Kutsal Yol - Holy Road" ve "Kızılderili Çığlığı: Bir Amerikan İsyanının Kalbi - Indian Yell: The Heart of an American Insurgency" romanları Türkçe'ye çevrilerek ülkemizde satışa sunulmuştur ama yayınevlerimiz "Marching to Valhalla: A Novel of Custer's Last Days" ve diğer kitaplara rağbet etmemişler. Ki, Michael Blake ile Forrest Carter'ın Kızılderililerin yaşadığı faciaları anlatan romanları, Dee Brown'ın "Kalbimi Vatanıma Gömün - Bury My Heart At Wounded Knee" kitabında anlattığı katliamları destekler mahiyettedir.

Konuyu daha fazla dağıtmadan toparlayayım, yoksa şimdi Bartolome De Las Casas’ın “Kızılderili Katliamı" kitabına geçip, insaflı bir papazın gözünden bir kavmin yok edilişini anlatmaya başlayacağım. Casas, Dee Brown ve Forrest Carter'ı başka bir yazıya bırakayım. Yoksa kendimizi Amerikan Yerlileriyle beraber uçsuz bucaksız ovalarda at koştururken bulabiliriz.