Farklı Olanı Düşünebilmek

Erwin Schrödinger "amaç, hiç kimsenin görmediği bir şeyi görmek değildir. Herkesin gördüğü bir şey hakkında, kimsenin henüz düşünmediği bir şeyi düşünebilmektir"

Herkesle beraber aynı filmleri seyrediyorum, aynı kitapları okuyorum, aynı tiyatro eserlerini izliyorum, aynı yağlıboya tablolara bakıyorum ama bakarken, herkesin gördüğünü değil de başka şeyleri görüyor ve düşünüyorum. "Bu neden böyle?" diye soruyorum kendime... "Burada ne anlatmak istenmiş?" diye eseri yapanın, yazanın asıl maksadını sorguluyorum. Bunu yaparken kendimi zorlamak gibi bir niyetim kesinlikle yok. Sadece önüme konulan tabaktaki yemeğin nasıl hazırlandığını hayal edebiliyorum ve bana sunulan lezzet ile benim aldığım tadın mukayesesini yapıyorum. Bunun dışında özel bir gayem yoktur.

Diyelim ki, arkadaşlarımla birlikte bir dizi filme bakıyoruz. Onlar keyifle filmin akışına kendilerini kaptırmışlarken, kulağıma gelen diyalogların iğreti oluşu beni rahatsız ediyor ve "insanlar normalde böyle saçma konuşmazlar" diye fikrimi beyan ediyorum. Vay sen misin bunu söyleyen? Hemen itiraz sesleri yükseliyor. En çok gelen itiraz da "sen zaten neyi beğenirsin ki?" oluyor. Beğenmemek için hususî bir gayret göstermediğimi, sadece ortada yanlış bir diyalog mantığı olduğunu, baştan yanlış kurulan cümlelerin de ilerledikçe başka kusurlar doğurduğunu ifade etmeye çalıştıkça, bu defa başka ithamlar geliyor ve vurucu cümle suratımda patlıyor: "Sanki sen bundan iyi film çektin de şimdi eleştiriyorsun?" Bu soruya verilecek cevap bir saatlik uzun konuşmayı ihtiva edeceğinden ve muhataplarımın da bunu anlayabileceğinden emin olmadığım için susmayı tercih ediyorum. Kendime "bırak, onlar haklı çıksın" diyorum.

Bilim tarihine ismi koca puntolu harflerle yazılı olan meşhur fizikçi Erwin Schrödinger "amaç, hiç kimsenin görmediği bir şeyi görmek değildir. Herkesin gördüğü bir şey hakkında, kimsenin henüz düşünmediği bir şeyi düşünebilmektir" demiş. Ünlü "kedi" teorisiyle bilim dünyasının altını üstüne getiren, keşfettiklerinden çok, özel hayatıyla meşhur olan Schrödinger'in sözünün altını kalın kalemle çizdim. Çünkü yukarıda anlatmaya çalıştığım örnekte olduğu gibi, herkesle aynı manzaraya bakıyorsun onlar başka birşey görürken, sen farklı birşey görerek fikrî analiz yapabiliyorsan, Schrödinger haklı çıkıyor demektir. Kolay olan, topluluğun tamamına yakınının gördüğünü görüp onlar gibi düşünebilmektir.

Son haftaların iki popüler filminden örnek vereyim: Birisi "Adalet-2" ismiyle Türkiye'de gösterime giren "The Equalizer-2", diğeri de "Sicario: Day of the Soldado" yani "Tetikçi: Askerin Günü".

Bu iki filmin de başrolündeki oyuncular beğendiğim aktörlerdir. Equalizer'da Denzel Washington (Malcolm X filmindeki şahane performansıyla alkışı hak etmişti), Sicario filminde de Benicio Del Toro ve Josh Brolin var. Filmlerin konuları da iyi: Equalizer'de Denzel Washington eski bir CIA ajanı olarak, CIA'nın idarecilerinden yediği kazık sonrası kendini ölü gösterip, kötülere savaş açmış iyiyürekli bir adamdır. Sicario filminde de yine büyük kazıklar yemiş olan Benicio Del Toro, en büyük düşmanı olarak gördüğü Güney Amerikalı uyuşturucu karteline karşı savaşan paralı bir askerdir. Nitekim Benicio da CIA tarafından muhteşem bir kazık daha yiyince şimdi işler tersine dönecektir vs.

Bu iki filmin konusunda da Müslümanları ve Türkleri ilgilendiren birşey gördünüz mü? Ben de göremedim. Ama filmler şöyle başlıyor: Equalizer filminin başlangıcında sakallı, takkeli, tesbihli Denzel Washington TCDD treninde İstanbul'a 400 km mesafede yolculuk ederken, öz çocuğunu kaçıran kötü-pis-ahlaksız-şerefsiz-iğrenç Türk babayı ve 3 arkadaşını acımasızca katleder. Bir sonraki sahne; Denzel abi ABD'deki bir kitapçı dükkânından içeri girer, "kötü Türk babasından kurtardığı" kız çocuğu da Amerikalı annesinin işyerinde oturmaktadır. Denzel, çocuğu kaçırılmış olan ve kendisinin kurtardığı Amerikalı masum-güzel-mutlu-şahane anneden bir kitap alır, parasını verir, kıza gülümser, kız da ona mukabele eder ve dışarı çıkar.

Diğer film olan Sicario-2'de de güya Güney Amerikalı uyuşturucu ve insan kaçakçısı mafyalara savaş açan Amerikalı iyiyürekli-temiz kalpli-vatansever-kahraman askerler de Afganistan'daki "suçlu" Müslümanları takır takır öldürüp, işkence yapar, tehdit eder ve muhbir olarak güya konuştururlar ki, Meksika sınırından girecek olan mültecilerin yolunu kesebilsinler. Ve tam 19 dakika boyunca, filmin hikâyesiyle zerre kadar alakası olmayan Müslümanlara karşı müthiş bir algı operasyonu gerçekleştirilir. Kötü-pis-şeriatçı-ahlaksız-mülteci-iğrenç Müslümanlara karşı, vatanını seven ve bunun için 10 binlerce kilometre öteye gidip Afgan halkını katleden yakışıklı-güçlü-sürekli bağıran-öldüren Amerikalılar "süper kahraman" olarak gösterilir. Müslümanlara karşı “acımasız” CIA elemanı (Josh Brolin), sıra katolik hıristiyan bir uyuşturucu kartelinin huysuz kızına geldiğinde, herşeyi göze alarak "korumacı ve şefkatli" oluyor. Ben de bu yüzden filmi seyretmeyi söverek tamamlayabildim.

Bir de Avustralya dizisi olan "Pine Gap"dan örnek vereyim. Çünkü son birkaç yılda hemen her Amerikan dizi filminde mutlaka Müslümanlar ve Türkler aleyhinde korkunç propaganda yapılmakta ve bu durum yükselen ivmeyle devam etmektedir. Mike Pence kulakların çınlasın canım!..

Pine Gap, Avustralya kıt'asının orta yerindeki koca çölde bulunan 20 bin nüfuslu bir kasabanın kıyısında kurulmuş Amerikan Gözetleme İstasyonu'dur. Diğer iki gözleme istasyonunun biri ABD'de, diğeri de İngiltere'de imiş. Filmin girişinde bize verilen bilgi bu. Çölün ücra yerindeki Alice Springs'deki istihbarat merkezi Pine Gap'ın idaresi de Amerikalılar ve Avustralyalılar arasında güya eşit olarak yapılmakta ama nedense ABD'liler biraz daha "eşit". Hani bizim memlekette de var ya böylesi bir uygulama. "Hepimiz eşitiz ama biz daha eşitizzzzz" diye suratımıza karşı sırıtan laik-demokrat-kemalist tipler gibi... Neyse Avustralya'daki bu istihbarat merkezinde bir casus varmış ve bilgileri de çalıyormuş. 6 bölümlük mini dizinin hikâyesi bu. Fakat bölümlerin başından taaa sonuna kadar Bangladeş - Myanmar sınırındaki "radikal İslamcı örgütlerden" ve bunların hem güya Müslümanların hakları için Amerika'ya karşı mücadelesi hem de güya uyuşturucu ve insan kaçakçılığı görüntüleri gözümüze sokuluyor. Her bölüm ortalama 1 saat. Yani 6 saatin sonuna doğru, filmin finaline 15 dakika kala gözleme istasyonundaki "kötü" casusun Avustralyalı bir kadın olduğu anlaşılıyor. "Vay canına" diyorsunuz. Demek Müslüman Radikal Kötü Örgütler, Avustralya'nın göbeğindeki çölde bulunan Amerikan istasyonuna sızmamışlar da, kötü adam kendi içlerinden biriymiş. Fakat bu arada 6 saat boyunca Müslümanların ne pisliği, ne ahlaksızlığı, ne caniliği, ne acımasızlığı vs kalmadı, hepsini sayıp döküp seyircilerin gözüne soktular. Ha, bu arada IŞİD'e İngilizce olarak "ISIS" demeyi ihmal etmeden. Hani birkaç yıldır Türkiye'de "bu adamların İslam ile alakası yok. Onlara DEAŞ, DAEŞ deyin" diyerek, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz ya... Bu, elin gâvurunun umurunda bile değil. Emperyalist Batılılar neyi, nasıl biliyorlarsa o şekilde konuşup, o şekilde davranıyorlar. Biz de burada kendi kendimize gelin güveyi oluyoruz.

Gelelim asıl mevzuya: Buraya kadar herşey normal sayılır. Çünkü emperyalist batılılar, Müslümanlara ve Türklere iyi diyecek değiller ya, tabii ki "biz iyiyiz, siz kötüsünüz" diyecekler. Fakat işin berbatı şu. Bu filmleri ve dizi filmleri seyreden ve Türkiye'de yaşayan "bizim" insanlarımızın yüzde 98'i, bu filmlerde anlatılan öykülere alkış tutuyor, kahramanların ne kadar harika işler yaptıklarını söylüyor, beyinlerinin Amerikan propagandasına maruz kalmasına itiraz etmiyorlar. Filmlere yazılan yorumları görmek için önce sinema sitelerine bakınız, sonra da ismi "sinema eleştirmeni" olup da film dağıtım şirketlerinin tetikçisi olan yazarcıkların gazete ve televizyonlarda filmlere düzdükleri övgülere göz atın.

Evet, insan kör olabilir, zaman zaman basireti bağlanabilir ancak bir ikaz gelince durur düşünür değil mi? Hayır, bizim genç seyircilerimizin zihinleri öylesine yıkanmış ki, Amerikalı amcaları okyanus ötesinden kendilerine ne söylüyorsa, her söylenileni doğru kabul ediyorlar. Dönüp tekrar aynaya bakıyorum. "Çok mu fazla irdeliyorum, çok mu fazla derine iniyorum acaba?" diyorum ama ne vakit bir kitap okuyacak olsam, bir film izleyecek olsam, yanlışlıklar, hatalar, kusurlar hemen pat diye gözüme çarpıyor. Bu yüzden senelerdir ağız tadıyla bir film seyredip, bir kitap okumak nasip olmadı. Size de tavsiyede bulunayım. Baktığınız birşeyde size ne gösterilmek istendiğinin farkına varın lütfen, hayatınız değişecektir. Böylece Schrödinger'e hak vereceksiniz.