Çürümüş ABD'nin Jessica'sı

Öyle ki, insan filmi seyrederken "satın alınmayacak bir politikacı var mı acaba?" diye düşünmekten kendini alamıyor. Hani "Amerika Birleşik Devletleri'nde sistem çok farklı, herşey mükemmel şekilde çalışıyor" dedikleri şeyin tamamı, aslında bir kandırmaca

 

Jessica Chastain adlı Amerikalı kadın oyuncuyu, başrolünde iyi bir performans gösterdiği "Miss Sloane - Bayan Sloane" filmiyle tanıdım. Filmi beğenmiştim ama sonrasında başrol oyuncusunu unutmuşum. Aradan fazla bir vakit geçmeden bu defa "Molly's Game - Molly'nin Oyunu" filmini seyredince, "ben bu kadını bir yerden hatırlıyorum" dedim ve kısa bir araştırmadan sonra ikisinin de aynı oyuncu (Jessica Chastain) olduğunu anladım. Merak ettim ve iddialı iki filmde gayet başarılı oyunculuk sergileyen Jessica'nın özgeçmişine sırf meraktan bir göz attım. İşte bu yazıyı da Jessica'nın hayat hikâyesi yüzünden yazıyorum. Belki de "ne idüğü belirsiz" bir çocuk olarak doğması ile ABD'nin kuruluşu ve yükselişi arasında zihnimde meydana gelen çağrışımlar, bana, Jessica ve ABD arasında bir paralellik kurdurdu.

Gayrımeşru bir çocuk olarak evlilik dışı doğan, üvey bir babanın kanatları altında, üvey kardeşlerle aynı evi paylaşan, liseyi bitiremese de, muhteris bir Amerikan genci olarak "başarıya aç" olarak büyüyen Jessica, büyük çabaları neticesinde, bir oyunculuk okulu olan Juillard'a kabul edilir ve 2003 senesinde de diploma alır.

Sonrasında film ve dizilerde aldığı rollerin altından başarıyla kalkan Jessica, önce "Miss Sloane" sonra da "Molly's Game - Molly'nin Oyunu" adlı yapımlarda üstün performans sergileyerek kendini sinema dünyasına kabul ettirdi.

Senaryosunu Jonathan Perera'nın yazıp, John Madden'in yönettiği 2016 yılı yapımı "Bayan Sloane" filminde Jessica Chastain, kazanmak için bütün fırsatları deneyen, hırslı ve çok başarılı bir lobici kadın rolünde... Jessica, yeni hazırlanan bir kanununun Amerikan Senatosu'ndan geçmesini önlemek üzere hareket eder ve yasayla ilgili bir kampanya başlatır. Fakat karşısında güçlü ve tehlikeli bir silah lobisi vardır. Bireysel silahlanmayı daha da arttırmayı hedefleyen bu lobicilik faaliyeti, kanunu onaylatmaya yakındır. Yasanın kabul görmemesi için muhalif lobi faaliyeti yürüten Bayan Sloane’un başından geçen mücadeleyi filmin son dakikasına kadar heyecanla izliyoruz. Enteresan olan şu ki; iyi bir hedefe yönelik hareket ederken, ahlakî olmayan taktiklerle yol alıyor ve bu yolda her şeyi mübah görüyor. Yani Jessica, her türlü ahlaksızlığın zirve yaptığı bir dünyanın has elemanlarından biridir.

Film, politika kulislerinde dönen pislikleri çok iyi sergiliyor. Öyle ki, insan filmi seyrederken "satın alınmayacak bir politikacı var mı acaba?" diye düşünmekten kendini alamıyor. Hani "Amerika Birleşik Devletleri'nde sistem çok farklı, herşey mükemmel şekilde çalışıyor" dedikleri şeyin tamamı, aslında bir kandırmacadan ibaret... Para ve dolayısıyla güç varsa, herşeyi ve herkesi satın alabiliyorsunuz.

2016 yılının en iyi filmlerinden olmasına rağmen Türkiye'deki sinemalarda hak ettiği ilgiye bir türlü ulaşamayan, hatta genel seyirci kitlesi tarafından da farkına varılmayan filmin en büyük handikabı, lobicilik faaliyetinin daha çok ABD'de popüler olmasından kaynaklanıyor. Filmin, lobicilik mesleğini anlama hususunda seyirciye çok büyük yardımı olsa da; anlaşılan, demokratik şekilde yönetilen ülkelerin halkları, bu adamların yani lobi şirketlerinin elinde bir oraya bir buraya yönlendirilen bilardo topları gibi...

Molly'nin Oyunu

Aaron Sorkin’in yazıp yönettiği film, bir biyografi kitabının sinemaya uyarlanmış hali… Uzaktan bakınca mutlu bir Amerikan ailesinin çocuğu olan Molly Bloom (Jessica Chastain) kayak sporcusudur ve küçük yaştan itibaren babasının kontrolü altında çalışarak ABD adına müsabakalarda yarışmaktadır. Psikoloji profesörü Larry Bloom (Kevin Costner) çocuklarının her ihtiyacıyla ilgilenen, mükemmel bir baba gibi görünürken, anne ve iki erkek kardeş de bu mutlu aile tablosunu tamamlayan diğer unsurlardır.

12 yaşındayken Molly kayak yarışları sırasında kaza yapar ve sakatlanır, tedavi edilir, spora yeniden döner. Yirmi yaşına geldiğinde olimpiyatlar esnasında bir daha sakatlanınca, kayak yapmayı bırakır, üniversitede hukuk fakültesini okumayı erteler ve ailesinden uzaklaşıp Los Angeles'a gelir. Film de bundan sonra başlar. Bir gece kulübünde garson olarak çalışmaya başlayan Molly, gün gelir "borç batağında ve meteliksiz olan fakat parasız olmadığını kanıtlamaya çalışan" bir adamla tanışır. Adam otel odalarında yasadışı kumar oynatan biridir. Böylece Molly kumar âlemiyle tanışır. Bir süre sonra adamdan ayrılıp, onun müşterilerini de kendi tarafına çeken Molly yasadışı kumar işinde ustalaşır. Artık paraya para demiyordur ama öte taraftan da gece hayatının bedeli olarak alkol ve uyuşturucuya müptela olur.

Aradan yıllar geçince Molly, çivisi çıkmış bu dejenere dünyanın dejenere Amerika'sının "poker kraliçesi" olur. Yine film ve romanlardan öğrendiğimize göre, ABD denilen "Dünya Cenneti"ndeki en büyük suç "vergisiz para kazanmak"tır. Molly'nin vergisiz olarak çılgın gibi para kazanması, devletin istihbarat teşkilatlarının gözünden kaçmaz.

Bir sabah güneş doğarken kapısı FBI denilen Federal İstihbarat Bürosu tarafından çalınır, daha doğrusu, kapı-baca demeden FBI ajanları eve dalar ve Molly'yi gözaltına alırlar. Sonrasında eski bir savcı olan avukat Charlie Jaffey (İdris Elba) devreye girer ve Molly'yi müdafaa etmeye başlar. Sonunda şapkadan tavşan çıkar ama nasıl olduğunu söylemeyeyim merak eden olursa, filmi seyretsin.

Söylemek istediğim başka birşey: Dünyadaki diğer milletlerin orada dev gibi bir kıta olduğunu bilmelerine rağmen bir faaliyette bulunmamalarını fırsat bilen Avrupalılar, Kolomb sayesinde oraya ayak basıp, Amerika ismini verdikten sonra yerli insanlara yüzyıllar boyunca katliamlar yaptılar. En güney ucundan en kuzeye kadar Avrupalı beyazların caniliğinden nasibini almamış olanlar, sadece Amazon ormanlarının derinlikleri yaşayan gariban kabilelerdi. Bu soykırımları yapanlar, Avrupa kıtasından gönderilen hapishane kaçkını katiller, caniler, hırsızlardı. Acımasızlığın zirve yaptığı bu insan kılıklı "yaratıklar" karşılarına kim çıktıysa ezdiler, yaktılar, parçaladılar, çiğnediler ve sonuçta ortaya "kan ve kemik üzerine kurulmuş bir haydut devlet olan" ABD çıktı. Kendi aralarında bile anlaşamayıp Kuzey - Güney veya Mavi - Gri (üniformaların renginden dolayı) savaşı yaptılar. Kendi seçtikleri başkanı (Abraham Lincoln) öldürdüler. İnsafsızlık mefhumu, Amerikalıların şahsında doruğa ulaştı. Cengiz Han, Sırplar, Çar Deli Petro, Almanlar hatta İsrail bile onlar kadar cani olamadılar. İspanyollar ve Portekizliler Orta ve Güney Amerika'yı talan edip Kızılderilileri katlederken; İngilizlerin önderliğinde diğer Avrupalılar da Kuzey Amerika halklarının üzerinden silindir gibi geçtiler. Verilen sözler tutulmadı, bütün hazineler yağma edildi, insanlar ya köle yapıldı veya rezervasyon denilen açık hava hapishanelerine tıkıldı. Kısacası Avrupa'nın kralları ve hükümdarları, ülkelerinde ne kadar ipten - kazıktan kaçma azılı haydut varsa gemilere doldurup "Yeni Kıta"lara (Amerika ve Avustralya) yolladılar.

Bu idam sehpası kaçkınlarının yerli halklara (Kızılderililer, Mayalar, İnkalar, Aztekler, Eskimolar ve Aborijinler) neler yaptıklarını kovboy veya benzeri filmlerden yahut romanlardan yüzlerce defa öğrendik. Bu katiller, caniler, hırsızlar; yerli halktan insanları öldürürken kendi aralarında da sonu gelmez mücadeleler yapıyorlardı. Tek dertleri vardı: Para - altın, dolayısıyla da güç yani iktidar...

Uzatmayayım, yaklaşık beş asırdır bitmeyen bu ihtiras mücadeleleri sonucunda artık öyle bir noktaya gelindi ki, 1900'lerin ortalarında "rüya ülke" diye propagandası yapılan ABD şimdi hızla tükenerek çöküşe gidiyor. Biraz önce rastgeldiğim bir haberde, Amerikan gençliği arasındaki uyuşturucu kullanımının 2001-2016 yılları arasında yüzde 292 oranında arttığı yazılıydı. Jessica Chastain'in şahsında, ABD'nin doğuşu, yükselişi ve geldiği çöküş macerasını görüyorum. Aralarında pek çok paralellik var: Jessica da gayrimeşru doğmuş, ABD de gayrimeşru... İkisi de tahsilini tamamlayamadan diploma almış. İkisi de melez... İkisi de açgözlü ve muhteris... İkisi de başarı için her türlü hileyi, düzenbazlığı yapmaya hazır...

Zaten Jessica'nın oynadığı bu iki filmden özellikle bahsettim. Her iki filmde de ABD'nin içinde bulunduğu bataklık pek güzel gösteriliyor. İnsanî anlamda müspet birşey yok. İçki, fuhuş, uyuşturucu, yalan, kandırmaca, hukukî madrabazlıklar, devletin vatandaşının sırtından kamçısını eksik etmemesi, polis devletinde yaşamanın getirdiği her türlü olumsuzluğun normal kabul edilmesi vs. Çökmekte olan bir emperyalist imparatorluğu kurtaracak ne olabilir, sorusuna cevap vermek isterim ama Amerikalıların aşırı kibri her çeşit kurtuluş reçetesini reddetmeye hazır olduğundan birşey dememe gerek yok.

Al Pacino ile Keanu Reeves'in başrolünde oynadıkları "Şeytanın Avukatı" filminin en son sahnesinde iblis rolündeki Al Pacino kameraya bakarak şunu söyler: "En sevdiğim günah, kibirdir." Ünlü yazar Ambrose Bierce'in de Newyork için "Şeytanın Başkenti" diye bir benzetmesi vardır. Gurur, kibir, ihtiras, sarhoşluk, paraya tapınma ve Şeytan'ın bir arada olduğu ABD'nin sonunun yakın olduğunu hissediyorum, tıpkı SSCB'nin başına gelenler gibi...