Senin İçin Varım, Kendim İçin Yokum

Gözümüz açıktır ama suyun karanlığından bir şey göremeyiz. Kulaklarımız iyi duyar ama su hışırtısından başka bir şey duymayız. Düzenin oluşturmuş olduğu dinamiklerin hepsi yaşadığımız çevreyi şekillendirir.

Senin İçin Varım Kendim İçin Yokum

Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Fakat şunu söylemeliyim ki kurulan düzen içerisinde başarılı değiliz. Belki de düzen diyerek kendimizi bir şekilde aklama çabasındayız. Eğer böyleyse tekrar hata yaptığımızı bilmeliyiz. Çünkü düzen yeni bir şey değil ya da keşfedilecek bir şey de değil. Yüzyıllardır içinde yaşadığımız, kendisini kabul ettiğimiz ve onun da bizi kabul ettiği eski bir düzen içinde yaşıyoruz. Bu bize soluduğumuz havanın yanlışlığını söylemek gibi bir şey. Nasıl ki havanın yokluğunu inkar edemeyiz o zaman yaşadığımız şeyin de yokluğunu inkar etmemeliyiz. Elbette düzenin eleştirilmesi, değişmesi, gelişmesi falanı filanı şart. Bu dediklerimizi ne kadar çok yaparsak yapalım biz o düzenin her zaman içerisindeyiz, hep içerisindeydik; havanın içinde olduğumuz gibi.

Ben kesinlikle düzen eleştirisi yapmıyorum ya da düzenin gerçekte ne olması gerektiğini söylemiyorum. Ben sadece kabul etmemiz gerektiğini söylüyorum. “Hava”yı kabul ettiğimiz gibi yaşadığımız “düzen”i de kabul etmeliyiz. Müslüman olmamız düzene akide açısından bakmamızı şart koşmaz. Büyük ve belki de tehlikeli laf ettiğimin farkındayım. Ama şunu bilmeliyiz ki Müslüman olmak bulunduğumuz şu dünyada kahır içerisinde yaşamımızı gerektirmez.

Şartları bulunduğumuz döneme ve çevreye göre uydurmamız gerekiyor. İslam bize her konuda naslar vermez çokluk yol yöntem verir. Peki ya biz neler yapıyoruz, yol ve yöntemi bırakıp diğer nasları unutuyoruz. Halbuki biraz akl etmiş olsak kendimizi kısıtlamadan çok daha doğru neticeler elde etmiş olacağız. Bunun yerine kolayımıza gelen nasın peşinden gidip kendimizi kurtuluşa(!) erdiriyoruz. Elbette işlemlerin sonucunda ya da daha sonraki dönemde bu tercih etmiş olduğumuz yöntemden dolayı gelen pişmanlıklar bizi peşinden sürükleyecektir. Kaybedişlerimiz kazançlarımızın önüne geçecek ve yıkım her geçen gün daha fazla olacak.

Doğruyu ancak tecrübe kazandıkça buluruz. Tecrübe ise farkına varmakla olur. Önce cahil olduğumuzu bilmeliyiz, sonra insanlığın câhiliye döneminde yaşadığını bilmeli. Bizler ilk başlarda bunların farkındayızdır; ama iki sebepten dolayı bunları unuturuz. Bir: Başkalarından birkaç şey fazla bildikçe kendimizi en üste koyarız ve geride kalanlara ise diğerleri diyerek aşağılarız. Zaman içerisinde bilgimizi geliştirmek yerine bu bilgi ile diğerlerini ezer, sömürür ve her şeyin kendimiz için olması gerektiğini yaşatırız. Sömürenler ve sömürülenler arasındaki ilişki bu şekildedir. Peki ya ikincisi! İkincisi ise; bilgilerin sınırlı olduğunu bilir ve kendilerini iyileştirmek için çaba içerisindedir ama bir’deki hastalık bu iki’lere de sirayet etmiştir. Kendi bilgileri ile dünyayı kendilerinin yönettiğinin zanneder ya da dünya ikiler olmadan asla refah, başarı göremez. Bunlar için örnek vermeye gerek yok; çünkü her yerde bunlardan görmek mümkündür.

“Bir” düzenin yöneticileridir, “iki” düzenin soytarılarıdır. En basit ikili ilişkimizden en karmaşık toplumsal ilişkilerimize kadar bizler bulanık bir suyun içerisindeyizdir. Gözümüz açıktır ama suyun karanlığından bir şey göremeyiz. Kulaklarımız iyi duyar ama su hışırtısından başka bir şey duymayız. Düzenin oluşturmuş olduğu dinamiklerin hepsi yaşadığımız çevreyi şekillendirir.

Bunlar bildiklerimiz ve herkes kendi çabalarıyla en iyisini yapma peşindedir. Altta kalanlar ya da sessiz duranlar, suyun içinde yaşamak zorunda kalanlar bunlar asla üçüncü değillerdir. Evet bir sınıftır ama aşağı bir sınıf ve yönetilmeye muhtaç bir sınıf ve ellerinden tutulması gereken bir sınıf. “Ben senin elinden tuttum, sana iş öğrettim”, “ben sana ekmek verdim”, “rızkını kazanman için iş verdim”, “Amacımız para değil Din” vs. sözlerini, benzerlerini çok duyarız. Bunlara hak veririz. Birlere ve ikilere; çünkü bizim daha rahat yaşayabilmemiz için kendilerini feda etmişlerdir(!). Kendi kazançlarından kısıp bize verirler, kendi zamanlarından çalıp bizim ekmeğimiz için çalışırlar(!); ama hepsi yalandır. Büyük birer yalandır. Vaat ettiği şeylerin gerçekleşmesi beklenmez ama onların kendi amaçları vardır. Hedeflerine ulaştıkları zaman, yeni hedefler belirlerler ve kendilerini sırtına alabilecek başka cengaverler bulurlar. Onlara da benzer yalanlar söylerler. Çünkü onlar birlerdir. Tek doğrunun, tek çözümün kendi ellerinde olduğunu sanırlar, inandırırlar. Birlerin hepsi başarıyı elde edemez ama hepsi hiçbir şekilde ezilmezler. Ezilenler ise kendilerine sunulan pembe yalanlarla yaşamaya ya devam ederler ya da değersizleşirler.

Yanlışlar yapabiliriz. Kusurlu da olabiliriz. Eksik bilebilir, hatta kötü davranışlar da sergileyebiliriz. Eğer bulunduğumuz yerin farkında değilsek; daha doğrusu çevremizi okumayı başaramıyorsak "her gün hicran her gecem hicran" söyler dururuz.