“Sömürünün Maskesi, Demokrasi ve Barış Kavramlarıdır”

Batı’nın kendisinin dışındaki dünya için, “Demokrasi, insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü” gibi iddialarında ne kadar samimiyetsiz olduğunu; Viyana’da yaptığı siyasi tarih doktora eğitimi sırasında yerinde tespit eden Dr. Bekir Tank ile konuştuk.

Batı’nın kendisinin dışındaki dünya için, “Demokrasi, insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü” gibi iddialarında ne kadar samimiyetsiz olduğunu; Viyana’da yaptığı siyasi tarih doktora eğitimi sırasında yerinde tespit eden Dr. Bekir Tank ile konuştuk. Tarihinin; yağmacılık, sömürü ve katliam üzerine bina edilmiş olan uygarlığının sorgulanmasına tahammülü olmayan Batılı toplumların kendini koruma refleksini ilk ağızdan dinledik.

Dr. Bekir Tank kimdir, kısaca tanıyalım. 

1964 Akdoğan-Kâhta-Adıyaman doğumluyum. Tahsilime; ilkokulu köyde ve İHL’yi de Kâhta’da okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümü ile devam ettim. Niyetim, üniversitede kalarak akademik kariyer yapmaktı. Ancak bu düşüncemi kendisine açtığım Sayın Prof. Dr. Abdulkadir Donuk hocamız, “Bekir, seni bu kafa ile üniversiteye almayız” deyince, Türkiye’den gitmem gerektiğini düşündüm. Anladım ki, ne ben her isteyene göre fikirlerimi değiştireceğim ve ne de onlar beni olduğum gibi kabul edecekler.

O yıllarda öğrenim bitince, hemen askere götürüyorlardı. Ben de fakülteyi bitirmemek için bir ders bıraktım ve 1988 yılının Ağustos ayından 1989’un Ağustosuna kadar, bir senelik bir seyahate çıktım; İran Pakistan ve Afganistan’a gittim. 

O dönemde, Girişim Dergisi’ni çıkarıyorduk, Sayın Mehmet Metiner’in yönetiminde... Bir yıl süren seyahatten döndükten sonra, Ocak 1990’da gezi, gözlem ve düşüncelerimi içeren bir kitap yazdım, “Cihadı Kuşanan Topraklar - Nemrut Dağı’ndan Hindukuşlara” adıyla.

Mayıs 1990’da Avusturya’ya gittim. Viyana Üniversitesi’ne kaydımı yaptırdım. Almanca kursuna gidip dil sınavını da verdikten sonra Yakın Tarih bölümünde doktoraya başladım. Viyana’da bir de öğretmenlik yapıyordum. Ki hem çalışmak ve hem de okumak aynı anda olunca, doktora tezimi hazırlamak biraz uzamıştı. Doktoramın konusu, “Maria Theresia Dönemi’nde (1740-1780) Avusturya - Osmanlı Diplomatik ve Politik İlişkileri” idi.

Avusturya’da okumak nasıl birşey? Türkiye’deki üniversite tahsili ile Viyana’da okumak arasında ne gibi farklar var?

Avusturya’nın iki önemli tarihçisinde doktoramı yaptım: Prof. Dr. Wolfdieter Bihl ve Prof. Dr. Karl Vocelka. Avusturya’nın ileri gelen tarihçileridir her ikisi de. Benim âdetimdir, hiçbir zaman ve hiçbir yerde iki şeyi gizleme ihtiyacı duymadım; dinimi ve milliyetimi. Milliyet, Allah’ın mutlak takdiridir. Bizim milliyetimizi ve rengimizi seçmek gibi bir seçeneğimiz yok, tıpkı anne babamızı seçemediğimiz gibi. Ama dinimizi kendimiz seçeriz. Avrupa kriterlerine göre “aşırı dinci” idim. Ama inancıma ve düşüncelerime saygıda kusur etmedi bu hocalarım. Elbette ki hepsi öyle değil ama 1990’lı senelerde inanıyorum ki çoğu bu şekilde davranıyordu.

Demek istediğim, hiçbir zaman dinimi, milliyetimi, düşüncemi veya yabancı oluşumu ima anlamında bile olsa herhangi bir olumsuz değerlendirmenin konusu yapmadılar. Sadece ortaya koyduğum işe bakıyorlardı. Hatta bazen şehir veya yurtdışına 2-3 günlük seminerler için gittiğimiz olurdu. Yola çıkmadan bana yemeklerimi bile sorarlardı. O kadar hassaslardı yani… Bir hatıramı anlatayım: Seminer için toplanmışız, trene bineceğiz. Prof. Vocelka, bana dönüp “Bekir, kimin ne yemek yiyeceğini otele bildirmek için seni aradım fakat ulaşamadım. Domuz eti yemediğini biliyorum. Ama diğer çeşit etleri de yiyip yemediğini bilmediğim için seni vejetaryen diye bildirdim. Kusura bakma” dedi. Ben de kendisine teşekkür ettikten sonra, “iyi yapmışsınız ama bundan sonra balığı istisna tutabilirsiniz” dedim. 

Karl Vocelka’ya, üniversiteye kayıttan sonraki ilk karşılaşmamızda, elinde bir valiz olduğu için “Sayın Profesörüm nereye gidiyorsunuz?” diye sordum. İlk cümlesi şu oldu: “Benim adım Karl. Bana Karl diye hitap et. Ben de sana Bekir diye hitap edeceğim.” Sanırım bu iki örnek, iki ülkenin gerek üniversitelerinin ve gerekse hocalarının arasındaki zihniyet ve bakış açısı kalitesini ortaya koymaya yeter. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; Türkiye üniversitelerindeki hoca-öğrenci ve özellikle hoca-asistan ilişkileri genelde çok onur kırıcıdır. Öğrencilerine ve özellikle asistanlarına insanca davranan hocaların sayısı duyduğum ve görebildiğim kadarıyla azdır. Üniversite hocaları, bilgilerini bir tahakküm aracına dönüştürüyorlar maalesef.

Avusturya’da okuyan birçok öğrencimiz var ve pek çok da çalışan, ticaret yapan soydaşımız... Buna rağmen Avusturya sanki başka bir dünyanın ülkesiymiş gibi... Aramızdaki duvarları niçin aşamıyoruz?

Kabul etmek gerekir ki, Avrupa devletleri görece bir demokrasi ve refah düzeyi yakalamışlardır. Her biri birer sosyal devlettir. İşsiz kalırsanız veya muhtaç düşerseniz, devlet size bakmayı bir yükümlülük olarak görüyor. Demokrasi ve hukuk içeride yani kendi sınırları içerisinde işliyor. Ama sorun şu; onlar kendileri dışındaki ülkelerin, yani bir Suudi Arabistan’ın veya bir Türkiye’nin de böyle olmasını istemezler. Yani milletin kendi iradesini idareye, yönetime yansıtmasını istemezler. Çünkü Avrupalılar bilirler ki, eğer Suudi Arabistan’da halkın iradesi tecelli ederse, petrolü oradan istedikleri gibi söğüşleyemezler. İşte Türkiye’nin başına bu kadar çorap örmelerinin nedeni de budur. Senin bir iğne bile üretmeni, kendi gelecekleri için bir tehlike olarak görürler. Onlar ister ki, kendileri hep üreten ve ötekiler de hep tüketen olsun. Sömürgeci devletleri birer sırtlana benzetebiliriz. Nasıl ki, bir sırtlan kendi ailesini doyurmak için hiçbir fark gözetmeden önüne gelen ve gözüne kestirdiği hayvanı hemen parçalayıp yavrularına yediriyorsa, bu devletler de hak, hukuk, adalet ve demokrasi gibi şeyleri dinlemeden; gözüne kestirdikleri ülkeleri talan etmekten geri durmazlar. Ama bütün bu vahşetlerini de her zaman “demokrasi”, “insan hakları” ve “barış” gibi maskelerle yaparlar. 

Dr. Bekir TankTürkiye ve Türk toplumu, Avusturya'dan bakınca nasıl görünüyor?

Toplum olarak karşılaştırdığımızda, rahatlıkla şunları söyleyebilirim: Kamusal alanda Avusturya toplumu Türkiye toplumundan daha saygılıdır; sokakta, trafikte, işyerinde, üniversitede, okulda ve benzeri yerlerde… Yine evrensel değerler üzerinden gidersek, şunları da söylememiz gerekir: Türkiye toplumunda yalan, iftira, adam kayırma ve rüşvet gibi fiiller Avusturya toplumundakinden çok daha fazladır. Bir de Avusturya’da insanlar kendilerini hukuktan ve kanunlardan yana güvende hissederler. Ama Türkiye’de bu böyle değil... Güç, kanundan öncedir. Devlet de bazen gücünü kanuna ve hukuka rağmen kullanıyor. Gücü olanlar, hapiste bile olsa, düşman belledikleri kişilerin ölüm fermanlarını verebiliyor ve devlet de bunu görmezden gelebiliyor. Kendi adıma söyleyeyim: Avusturya’da hakkımı ve hayatımı güvencede hissettiğim kadar Türkiye’de hissedemiyorum.  Çünkü burada çoğu zaman üstün olan güçtür, hukuk veya adalet değil.

Türkiye hakkında Batı'nın müthiş önyargıları var. Biz toplum olarak ne yaparsak yapalım, onlara ne kadar çok benzemeye çalışırsak çalışalım, bir türlü bizi beğenmiyorlar. Kendilerine köle mi olmamızı istiyorlar?

Batı’nın Türkiye’ye bakışını parçalara ayırmak gerekir. Devlet olarak resmî ve gayri resmî bakışlar ile milletin bakışı. Devlet olarak baktıklarında, ölçüleri Türkiye’nin ne kadar demokratik olduğu veya insan haklarını ne ölçüde gözettiği değil, kendisini sömürülmeye ne kadar açık tuttuğudur. Onlar yani Avrupalılar, her ülke için belli sınırlar çizerler. Bu sınırları aşanı kendi haline bırakmazlar. Bir yandan bu ülkelerdeki işbirlikçileriyle birlikte darbe yaptırırlar, diğer yandan, yani darbeden sonra da, bu defa darbeden dolayı bir fatura keserler. Darbe yaptırırken de taviz koparırlar, darbelerine göz yumarken de... Sadece Türkiye’de değil, diğer ülkelerin hepsinde darbelerin arkasında ABD başta olmak üzere bu Batılı ülkelerden biri veya birkaçı mutlaka var. Batılıların doğrudan veya dolaylı olarak içinde olmadığı-desteklemediği darbe var mı, bilmiyorum. Avrupa kamuoyunun Türkiye’ye bakışı da bu devletlerin politikaları tarafından şekillenir. Bu rejimler kendi halklarına karşı genelde dürüst oldukları için, bazen kandırdıklarında veya yanlış da olsa onlara kabul ettirdiklerinde, ses çıkarmazlar. 

Bir de, Batı’nın tanıdığı tek bir değer var, güç! İnsan hakları, demokrasi, barış ve sosyal adalet gibi değerleri ise, sadece kendisi için olduğu sürece korur. Kendi gücünün önünde eğilmeyen hiçbir şahsa, kuruma ve devlete hayat hakkı tanımaz.

Örneğin, şimdilik hayal ama diyelim ki, günün birinde Suudi Arabistan dedi ki, “madem petrol benim, öyleyse fiyatını da ben koyacağım.” Petrolü istedikleri gibi elde etmeleri tehlikeye düştüğü andan itibaren Batılılar öldürmekten, yakıp yıkmaktan ve işgalden geri durmazlar. Hatta gerekirse, bir fert bile bırakmayacak kadar soykırım yaparlar. Yeter ki, petrol akışı devam etsin. Dünyadaki uygulamaları da bunun birer örneğidir. Mesela, Irak ve Mısır…

Avusturya'daki diğer milletlerden insanlar Türkiye hakkında neler düşünüyorlar?

İster Müslüman olsun, ister gayrimüslim, ezilen halkların hepsi Türkiye’nin direnmesinden dolayı içten içe bir haz duyuyorlar. Zaten Avrupa ülkelerinin bir korkusu da budur. Türkiye’nin teslim olmayışı, diğer halkları da uyandırmaya vesile olduğu için tehlikeli buluyorlar. Dolayısıyla siyasî, diplomatik, ticarî ve ekonomik demeden, her yönden saldırıyorlar.

Genel olarak Batılıların, özelde de Avusturyalıların çifte standardını bir türlü anlayamıyoruz. Herhangi bir Avusturyalı idareci, eline geçen ilk fırsatta Türkiye’yi ve insanlarını kötüleme yolunu seçiyor.

İşte bunun da nedeni, yukarıda anlattıklarımdır. Batılılarda adalet olmadığı gibi, paylaşmak da yoktur. Paylaşmak zorunda kaldıklarında bile, adalete ve hakka göre değil de, güce göre paylaşırlar. Yani herkes gücüne göre payını alır. 

Bir de Türkçe konuşup Batılılara yardakçılık edenler, Türkiye aleyhinde çalışanlar var. Bunlar için ne diyorsunuz?

Ben bunlar için, “Batı’nın ‘Müslüman’ şövalyeleri” diyorum. Bunlar iki kısımdır: Batıyı tanımayanlar ve Batıyı tanıyanlar... Batı’yı tanımayanlar, cehaletlerinden dolayı bunu yapıyorlar. Ama tanıyanlar ise, hınzırlıklarından... Bunlar müstemleke kafalıdır. Türk de olsa, Kürt de olsa, Arap da olsa ve Fars da olsa, müstemleke zihniyetlidirler. Bunlar, içinde yaşadıkları toplumun, yani içinden geldikleri kendi toplumlarının değerleriyle barışık değiller ve hatta düşman halindedirler. Batılılar da böylelerini kendi emelleri doğrultusunda kullanırlar. Ve bu meselelerde çok mu çok mahirdir. Zaten eğer hâlâ bu kadar ülkeyi sömürebiliyorlarsa, o toplumlardan devşirdikleri bu köle zihniyetli kişilerin sayesindedir.

Avrupa'daki nüfus artış hızının eksi (-) olmasının, Avusturyalıların üzerindeki etkileri neler?

Bu, bütün Avrupa’nın en büyük korkularındandır. Çocuk doğurmayı çok teşvik ettikleri ve doğuran anneler ile çocuklara yüksek miktarda para verdikleri halde, çoğu Avrupalı kadın çocuk yapmıyor. Yapanlar da bir, bilemedin iki çocukla yetiniyorlar. Bir de bakmayın yabancı düşmanlığı yaptıklarına... Yabancılar çekilirse, Avrupa’da hayat durur. Bu düşmanlıkları, sadece bu insanların gözlerini fazla açmalarının önüne geçmek içindir. Çünkü Avrupa’daki yabancılar gözlerini açıp da düşünmeye başladıkları ve dahi sorguladıkları an, Avrupalılar bu buyurganlıklarını sürdüremezler. 

Bugün dünyanın birçok yerinde çatışmalar ve savaşlar var. Ve hemen hemen hepsi de İslam dünyasında cereyan ediyor. Batı’nın da bunda bir payı var mı? Varsa nasıl?

Sözünü ettiğiniz bu çatışmalar ve savaşlar hem yeni değil ve hem de işgal etmekle veya ölmekle sınırlı da değil. Kültürden eğitime, ideolojiden dine, ekonomiden siyasete ve diplomasiden darbelere kadar çok cephelidir. Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle başlayan bu saldırılar, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra işgallere dönüştü. Her hâlükârda bu sürecin bilançosu çok ağır oldu; milyonlarca can kaybı, milyonlarca kilometrekarelik toprağın yitirilişi ve işgaller… Daha sonra işgalciler görünürde çekildiler ve Müslümanlar da devletlerini kurdular ama hakikatte işgaller yerli işbirlikçiler üzerinden devam etti. Kurulan ulus devletler halka reva gördükleri uygulamalar bakımından işgalcilerin bir devamı oldular. Üretim yok, kalkınma ve ilerleme yok. Kısacası, bütün uğraşları toplumun değerleri oldu. 

Eğer yukarıda anlattıklarımı bilmezsek, bugün neden Türkiye’ye topyekûn saldırdıklarını da anlayamayız. Hatta bazıları gibi, saldırı falan olmadığını bile iddia edebiliriz. 

Oysa şu bir gerçek ki, Batı, son 150-200 yıldır aralıksız bir şekilde saldırıyor, azarlıyor, aşağılıyor, dövüyor, öldürüyor ve gasp ediyor! 

Müslümanlar da yer yer direnmediler değil, direndiler. Ancak bugüne kadarki direnişlerin hiçbiri herhangi bir yerde Batı’nın tahakkümünü sona erdirmeye yetmedi. Bazı ülkelerde –İran, Cezayir, Mısır vd.- Müslümanlar zaman zaman Batı’ya karşı kimi zaferler kazandıysalar da, gerek Batı’nın baskıları ve gerekse kendi yetersizlikleri, ihtirasları ve adaletten yoksun uygulamaları nedeniyledir ki, gıpta edilecek bir düzen kuramadılar.

Başka neler söylemek istersiniz?

Topyekûn bir eğitim öğretim seferberliğine hayatî derecede ihtiyaç var. Aksi halde bu zilletten kurtulamayacağız. Tabii ki, bunu mevcut müfredatla ve mevcut üniversitelerle yapamazsınız. Çünkü adı “millî” olsa bile, Türkiye’nin eğitimi hâlâ millî değil... Üniversitelerde durum daha bir vahim. Bana göre, bir şekilde şu veya bu vesayet odağının hizmetinde olmayan bir üniversite yoktur! Üniversitelerimizin her biri birer mankurtlaştırma merkezidir. Çünkü hiç birinin önceliği bilgi-bilim-ilim değil. Diğer İslâm ülkeleri ise büsbütün geriler... Bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün eksik ve aksaklıklarına rağmen ortaya koyduğu soylu direniş nedeniyle dünya ezilenlerinin ümidi olan Türkiye’nin kendisine yapılan bu saldırıları boşa çıkarması da ancak ilmi, irfanı, izanı, vicdanı ve adaleti kuşanmakla mümkündür.

Konuşan: İslam Gemici

Röportaj Haberleri

Video Haberler

İntikam Almadan Durmak Yok Hür 10 Bölüm

İntikam Almadan Durmak Yok! | Hür 10. Bölüm

Aldatmak 64 Bölüm Fragman quot Sezai benden her şeyi saklamış

Aldatmak 64. Bölüm Fragman | "Sezai benden her şeyi saklamış"